ABD Emperyalizmi ve Latin Amerika
Irak ve Afganistan işgalleri, Ortadoğudaki gelişmeler, dünya gündeminde Latin Amerikayı arka plana atmış görünüyor. ABDnin bu kıtaya yönelik politikalarının, özünde Iraktaki işgal, işkence ve katliam politikasından farklı değil.
(link)
İstanbul - Evrensel kültür
21 Ağustos 2004, Cumartesi 00:00
John F. Kennedy JR, bundan 40 yıl önce suikastle öldürüldüğünde siyah lider Malcolm X, "ektiğini biçtiğini" söylemişti. Anladığım kadarıyla şunu ima ediyordu: ABD hükümeti, bir yandan ülkede ve yurtdışında siyah Amerikalılara ve diğer halklara karşı sistematik şiddet uygular veya uygulatırken, diğer yandan da bunun etkilerinden muaf kalması mümkün değildi.
Martin Luther King'in suikastle öldürülmesinden sonra Malcolm X'in arkasından gelenlerin, yani "Siyah Panterler Partisi"nin sözcüsü H. Rap Brown bir basın toplantısında, "Şiddetin en az kirazlı turta kadar Amerikalı olduğunu" söylemişti. ABD tarihinin temelindeki gerçekler; yani yerlilere yönelik soykırım, Afrikalıların ve onların yeni nesillerinin köleleştirilmesi ve terörize edilmesi; Filipinlilere ve Karayiplilerin sömürgeleştirilmesinden tam iki yüzyıl önce gerçekleştirilmişti.
Bu nedenle Rap Brown'ın ima ettiği gibi ABD'nin emperyal vahşetini uygun tarihsel bağlamında incelemek gerekir. Son sözü söyleyen kelimeler değil, eylemlerdir.
Ektiğini Biçmek ve 11 Eylül
11 Eylül 1973'te Santiago sokaklarında tank sesleri duyulurken insanlar binler halinde stadyumlara istifleniyordu. Demokratik sosyalist ilkelerinden vazgeçmeyi kabul etmeyen Salvador Allende, başkanlık sarayında ölümünü beklemekteydi. ABD'nin emperyal himayesi ile dünya çapında neoliberal kapitalizme geçiş, böyle başladı.
11 Eylül 2001 sabahı Dünya Ticaret Merkezi yerle bir olduğunda, ilk düşüncem, "ekilenin biçildiği" ve bu kez kimsenin beklemediği bir intikam ve yıkımla yaşandığı olmuştu. O zaman Manhattan'da yaşayan birçoğumuz için, olup biteni anlatmak sadece, birçoğu emperyalist korkunun alegorisinden başka birşey olmayan Hollywood felaket filmlerine gönderme yaparak mümkün olmuştu. Böylesi maddi yıkımlardan uzak olan ABD'lilerin çoğunun, 11 Eylül olaylarını Hollywood felaket filmleri ve "reality şov"ların bir kombinasyonuyla aynı önemde algıladığı düşünülebilir.
İşgalcilere Gün Doğdu!
Siyah Amerikalı bir kadının saldırılar nedeniyle Filistinlileri suçladığını duyduğumda "Artık kimin yaptığının bir önemi yok" diye düşündüm, "Bush yönetimi köpekleri Irak'ın üzerine salarken, Şaron da bu olayları Büyük Ortadoğu Planı'nı gerçekleştirmek için kullanacak. Filistinlilerin hepsini Batı Şeria'dan atmaya çalışabilir. Kolombiya'da Devlet Başkanı Alvaro Uribe, 'terörizmle savaşta' sıkı bir müttefik olduğuna inandıracak ve 'uyuşturucuyla savaş' ile ilgili sahte vurguyu 'terörle savaşa' çevirecek."
Keşke yanılsaydım. Ama Rumsfeld ile Şaron'un politik bağlarının sıkı olduğu muhafazakârlar (Feith ve Wolfowitz) gibi Şaron da çılgın amaçlarını sonuna kadar uygulamakta zorluklarla karşılaştı. Uribe, ona kıyasla daha başarılıydı.
11 Eylül olaylarından bu yana Venezüella hariç Latin Amerika ABD medyasının radarlarından ve politik tartışmalarından uzaklaştı. Kimsenin gözü üzerinde değilken Uribe muhalefetle dilediğince "başa çıktı" ve gerekçeli ya da gerekçesiz bunları "terörizmle" ilişkilendirdi.
Özellikle Occidental Petroleum'un bir parçası olan petrol boru hatlarını koruyacak askerleri eğitmek üzere, ABD askerlerinin konuşlandığı Arauca'da kitlesel gözaltılar normalleşti. Arauca'da ABD askerlerinin varlığı ve "dost" Kolombiya'daki paramiliter aktiviteler arttı. Ordu tarafından yönetilen "rehabilitasyon ve konsolidasyon bölgeleri" geçen Nisan'da anayasaya aykırı ilan edilmelerine rağmen daha önce olduğu gibi uygulanmaya devam etti.
Boru hattının öteki tarafında ise, Covenas, bir paramiliter cenneti haline getirildi. Burada ABD Özel Kuvvetlerine ihtiyaç yok: Bölge "teröristlerden" ve "isyancılardan" temizlenmeye devam ediliyor. "Demokrasiyi" korumak adına. Belki de bu, Guajira bölgesinde yerli çocukların canlı canlı yakıldığı son vahşeti açıklıyor.
Kolombiya'da, kadın ve çocuklar gibi etnik ve ırksal azınlıklar vahşetten "adaletsiz bir pay" alıyor. Ama bir "etnik temizlik" politikası yürütüldüğü söylenemez. "Temizlik" daha çok politik ve ekonomiktir ve
- ülkenin kanalların, barajların, karayollarının ve doğal kaynakların elden çıkarılmasının önünde engel olarak duran kesimlerden temizlenmesini,
- düşüncenin ve eylemin suç sayılarak, hükümetin ve onun paramiliterinin otoriter disiplinlerinin dayatılmasını,
amaçlamaktadır.
Kolombiya'nın Kontraları
Ordunun polis gücü işlevi gördüğü böyle bir ülkede sendikacılara, yerlilere, siyah harekete, insan hakları savunucularına, öğrencilere, öğretmenlere, köylü topluluklarına yönelik saldırılar hiç bu kadar fazla olmamıştı. Tabii ki, antiterör yasaları her şeyi daha da kötüleştirecek. Uribe, ABD desteğiyle, 2006'da ikinci bir dönemin peşinde. Kolombiya Birleşik Savunma Güçleri (AUC) adlı paramiliter örgütle "barış süreci" artık bozulmuş görünüyor. Ama bazı haber siteleri, Colin Powell AUC'yi terörist örgüt ilan etmesine karşın, AUC'un eski lideri savaş suçlusu Carlos Castano'nun İsrail'de olduğunu ve ABD tarafından destek gördüğünü yazdı.
Castano'nun İsrail'e sürgüne gitmesi aslında kökenine geri dönmesi demek: Kolombiya ordusunda kısa bir süre kalan Castano, Şaron'un Lübnan'daki en kanlı vahşetinin ardından İsrail'de eğitim almıştı.
Carlos Castano'nun "ortadan kaybolması", AUC'nin, aslında hiçbir zaman savaşmadığı devletle "müzakere" gücünü artıracaktır. Eski paramiliter fraksiyonlar arasında rekabet devam ediyor.
Toplam mevcudu 25 bini bulan FARC ve ELN gerillaları ise, kentlerdeki halktan her zamankinden daha fazla soyutlanmış durumda. Ancak devletin saldırılarına karşı ricat taktiği uygulayarak, kayıplarını en aza indirmeyi başardılar.
Alexander Cockburn'un Venezüella bağlamında belirttiği gibi, aynı kişilerin aynı planla sahneye çıktığı görülüyor: Bu, Reagan döneminin tekrarı sanki. ABD Dışişleri'nde görev yapan Roger Noriega ve Otto Reich, Castro karşıtı Kübalılara yakın ve Reagan döneminden tanınan iflah olmaz komplocular.
Allende'den Chavez'e
Eğer demokratik yollardan seçilmiş, halkın isteklerine bir şekilde cevap veren bir hükümet Batı yarıkürede yönetime geldiyse (1973'te Şili'de Ailende, 1984'te Nikaragua'da Sandinistalar, 1998'de Venezüella'da Chavez, 2004'te Haiti'de Aristide), "kötü örnek" oluşturmaması için "her yol kullanılarak" alaşağı edilmelidir! Eğer bir ülke, ABD'nin "arka bahçesinde" ırkçılığın, yoksulluğun, sömürgeci eşitsizliğin mirasını, ulusal bağımsızlığı ölçüt alarak yok etmeye girişiyorsa, bölge halkları demokrasi konusunda yanlış fikirler edinebilir! Ma-zallah, demokrasiyi, ABD ve Avrupa sermayesinin denetimi yerine, günlük yaşamlarını etkileyen kararların alınmasına halkın katılımı olarak anlayabilirler!
ABD'li planlamacılara göre böyle bir şeye asla izin verilmemelidir. Çünkü Latin Amerika ülkeleri (Meksika, Venezüella, Kolombiya ve Ekvador) ABD'ye Ortadoğu ülkelerinin hepsinin toplamından daha fazla petrol sağlamaktadır.
Sadece bu olgu bile, ABD'nin Küba'ya uyguladığı ambargonun neden bu kadar uzun sürdüğünü açıklıyor.
Demokrat başkan adayı John Kerry'nin kamuoyuna yaptığı açıklamalara bakılırsa, Karayiplere ve Kolombiya'ya karşı kontrgerilla vizyonu, George W. Bush bir kez daha seçilmese bile sürecektir.
Eski İspanya Başbakanı Jose Maria Aznar tarafından Uribe'ye hediye edilen 46 tankla donatılan sınıra komşu Venezüella'nın Devlet Başkanı Hugo Chavez Frias, böylece Güney Amerika'daki en sağcı, ABD desteğinden en çok faydalanan rejimle karşı karşıya bulunmaktadır. Eğer Ağustos ayında yapılacak referandumdan önce ya da sonra bir darbe düzenlenirse, Kolombiya'nın ABD'nin ısrarıyla Venezüella'ya asker göndermesine şaşırmamak gerekir.
Dahası AUC çeteleri, Venezüella'da Castro karşıtı Kübalıların çiftliklerini de ele geçirildi. Bu olay henüz açıklığa kavuşmuş değil ama çok büyük ihtimalle Venezüella-Kolombiya sağcıları ve Castro karşıtları arasındaki bağlantıya işaret ediyor.
ABD ticaret politikalarını genel olarak reddeden Brezilya Devlet Başkanı Lula ise, Alvaro Uribe'ye yüksek teknolojiye sahip sınır gözetim aletleri sattı. Chavez'in aksine Lula, 15 Temmuz 2003'te, Asuncion Deklarasyonu'na imza attı böylece emperyalist "terörle ve uyuşturucuyla savaş" gündemlerinde işbirliği yapmayı kabul etmiş oldu.
"Plan Kolombiya" ve onun halefi "And Bölgesel Girişimi" Washington'un güney komşularını nasıl hizaya getirmeyi planladığının açık göstergeleri.
İşkencelere Kimse Şaşırmadı
İşkencelere de değinerek bitirelim. Dünyanın geri kalanının aksine, Ebu Greyib Cezaevi'nden gelen haberler karşısında birçok Latin Amerikalı'nın şaşırmadığını düşünüyorum.
Latin Amerika ve Karayiplerde gelmiş geçmiş bütün ABD yanlısı yönetimler, işkencenin kurumsallaşmasına, yerleşmesine sebep oldular. Özellikle Soğuk Savaş zamanında "kaybetmeler" muhaliflerle başa çıkmanın en çok tercih edilen yöntemiydi. "Komünizmle" savaş için 1970'lerde askeri diktatörlük zamanında hazırlanan CIA işkence kılavuzları, Bolivya'da hâlâ hatırlardadır. Ebu Greyib olayının tek şaşırtıcı yanı, medyaya yansımasına izin verilmiş olmasıydı!
İsrail'in işgal altındaki topraklardaki politikaları etkili olsa da; Afganistan, Irak, Guantanamo'da kurulan işkence üsleri, Soğuk Savaş sırasında Latin Amerika'da vardı. Bolivya'nın başkenti La Paz'dan bakıldığında, ABD'nin dış politikası 11 Eylül'de değişmedi. Bunlar, 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana uygulanan emperyal egemenliğin devamıdır. Bu egemenlik son bulmalı; "demokrasi" ve "diktatörlük" arasındaki anlamsal fark öne çıkarılmalıdır.
* Amerikalı muhalif tarihçi-yazar Forrest Hylton'un yazısı Özge Kuru tarafından çevrilmiştir.