Jordanred Bisiklet Forması, Bisiklet Taytı ve Bisiklet Giyimine Dair Her Şey

Double Shock

blade

Üye
Kayıt
19 Eylül 2004
Mesaj
28
Tepki
2
Şehir
ankara
(link)


2004temmuz2004



Double Shock



2 sene önce yaptığımız 3 günlük Shock Position turunu tek güne sığdırmaya karar verince karşımıza gidişi ve gelişi tek güne indiren bir “Double Shock” gezisi çıktı. Önce bir anlam veremediğimiz bu meydan okumanın sınırlarımızı bu kadar zorlayacağını tahmin edemezdik. Bir yada iki gün önceden doğan Double Shock turumuz son derece acele, zorlayıcı ve tarihi önem arzeden bir gezi olarak kendini belli ediyordu Ama Double Shock’un gerçekten ne olduğunu turu yaşarken öğrenecektik.



Burdur’a yaklaşık 70 km mesafede olan Yeşilova’ya bağlı Türkiye’nin en derin 2. gölü olan Salda Gölü’ne tek günde gidip gelmek başta kulağa oldukça eğlenceli geliyordu. Aradan geçen 2 seneye göre bizler ve bisikletler performans olarak çok çok ilerlemiştik. Double Shock turumuzu orijinal Shock Position’da olduğu gibi 4 kişi değil de, kardeşlerimizle tarihi bir türlü ayarlayamadığımız için sadece Ben ve NoLimit yani 2 kişi gerçekleştirmek zorundaydık. Kişi sayısı azaldığı için kendimizi biraz daha zorlayabilir ve vücutlarımızın ve bisikletlerimizin limitlerini daha kolayca öğrenebilirdik. Tamamen bir macera yarışı tadında geçecek olan bisiklet gezisine başlarken saat daha 7:00 ye gelmemişti. Önceki gün yaptığımız 40-50 km lik antrenman gezisi için bisikletlerin ayarları araziden, yola ve asfalta çoktan adapte olmuştu. Fazla şişik tekerler ilk metrelerde bile rahatsız etmeye başlamıştı bizleri ama eğer kendimizi kırmızı çizgiye kadar zorlayacaksak bunlar önemsiz ayrıntılar sayılırdı. Fakat gezinin ilerleyen saatlerinde önemsiz ayrıntıların nasıl bizleri inim inim inleceğini görecektik.



İlk uzun gezilerimizden bu yana bizim için birinci sıradaki mola yeri olan Burdur Gölü manzaralı mekana sırf hatırı için giriyoruz. Hatırı için biraz da dinleniyoruz. Birkaç fotoğraf , geçmişi anma derken daha çiçeği burnunda terimiz soğumadan yola devam etme kararı alıyouz. İlk inişlerden sonra düz yol sayılabiilecek bu geniş yollardaki ortalamamız yeterince akıcı ve yerinde.Havanın rüzgarsız olduğu zamanlarda 30+ km hızlarda rahatlıkla ve büyük keyifle ilerliyoruz. Gezinin kilit her saniyesi bize eskiden birşeyler hatırlatıyor. Tempomuz gayet iyi olduğu için mümkün olduğu kadar az mola vererek bu ideal şartlarda gidebildiğimiz kadar gitmek istiyoruz. Rüzgar yok, trafik az, güneş sadece üşütmeyecek kadar ve kaslarımızdaki glkojen depoları ağzına kadar dolu... Tur yapan bir bisikletçi daha başka ne isteyebilir ki, diyerek hızla yolumuza devam ediyoruz. Suludere’nin kurak deresi üzerinden ve Kuruçay’ın üzerindeki köprüden geçiyoruz. Zaman içerisinde akan nehirlerin kuruduğunu ve susuz çayların tekrar ıslandığına şahit oluyoruz. İsmi konulduğu zaman delice akan bir nehrin boş yatağı üzerinden geçiyor köprü. Muhteşem sarı – yeşil ova manzarasının arkasından çok dar bir çizgi dahilinde görülebilen gölün son uzantılarını farketmek dikkat gerektiriyor.



Yol ufak tefek iniş çıkışlar haricinde ovanın içerisinden ilerlediğimiz için düz sayılabilir. Ard arda köyler geçiyoruz. Her zaman görüp de tanımadığınız komşularınız gibi geliyor bu kerpiç ve güneş ısısı sistemlerinin yan yana bulunduğu evler. Bir tarafımızda heyelandan yola doğru düşmüş dev bir kaya ve diğer tarafımızda yeşil ağaçlardan tek sıralık bir duvar olduğu halde ilerliyoruz bu eğlenceli asfalttan. Her zaman için bir kilometre taşı olarak gördüğümüz Hacılar köyüne doğru yaklaşıyoruz. Ultra-tatlı üzümleri için çok erkenciyiz. Yolun kenarında kurulan onlarca derme-çatma barınaklar boş. Yanımızdan vızıldayarak geçen taşıt sayısında farkedilebilir bir artış olduğunda anlıyoruz artık zamanın ilerlediğini. Güneş biraz daha bastırmaya başladığından üzerimizdeki bir katı çıkarmayı düşünüyoruz ama motor sıcaklığını birden hava soğutmalı sisteme maruz bırakarak ve her zaman söylenenin aksine terli terli su içerek üşütmeye hiç niyetimiz yok. Hacılar köyünün buz sularından stoklarımızı yeniliyoruz ve anayoldan aşağı bırakıyoruz kendimizi. Daha da ovanın içine doğru ilerliyoruz, tahmin edemeyeceğimiz bir iniş başlıyor. Çok tatlı bir eğimde, bozuk, delinmiş ve eskimiş dar köy yolundan evler arasından ilerliyoruz. Avrupa’nın sıkışık köylerini andıran ve tek eksiği bir evden diğerine uzanan çamaşır ipleri olan bu fantastik inişin tadına varıyoruz. Tek arabanın sığacağı kadar genişlikteki yolda hızla ilerlerken büyüyü bozan karşıdan gelen bir minibüs oluyor. Minibüsün ön kısmında “Liselim” yada “Üniversitelim” benzeri bir çıkartma olmaktan son anda kurtuluyoruz ve NoLimit önde olduğu halde yolun kenarındaki dar ve toprak su kanalına atıyoruz kendimizi. Biraz riskli ve santimetre farklardan oluşan manevralardan sonra derin bir nefes alıp rahatlıyoruz.



Eğlence uzun sürmüyor. Karşımızda geçmemiz gereken çölden bozma, bozkırın etkisini sonuna kadar duyabileceğimiz geniş bir ova var. Neredeyse bütün tarlalar dolu. Muhtemelen yarısından fazlası bizden katlarca yaşlı olan evlerin arasından kendimizi genişliğe atıyoruz ve burnumuza nohut tarlalarının şaşırtıcı güzellikte kokusu geliyor. Sulanabilir birkaç pilot bölgede yetiştirilen mısır haricinde genel olarak arpa,buğday ve nohut tarlalarından oluşan ovanın ortasından dümdüz ilerleyen yolu takip ediyoruz. Sabah erken saatlerinden sayılabilecek şu anda tempomuz ve keyfimiz yerinde ilerliyoruz. Muhafız dağlar ve tepelerin arasında korunmuş altıın gibi parlayan sarı, kendini hissettiren güneşin de etkisiyle zaman zaman gözümüzü alıyor. Bu kadar düz yolu ve limiti alındığında sıfıra yaklaşan trafiği bulduktan sonra hareket halinde birkaç fotoğraf çekiyoruz. Olaya fotojenik yaklaştığımız konusunda tatmin olduktan sonra yola devam ediyoruz. Hızımız tam istediğimiz gibi olduğundan bu uzun yollardan bayma noktasından çok uzaktayken geçmiş oluyoruz. Düz yolun dağıttığı dikkatimizi bir iniş-köprü-çıkış üçlüsü tazeliyor. Tekrar düz yollardayız.



Bir süre daha devam ediyoruz ama kafalarımızı kurcalayan bir soru var. NoLimit ve ben, dikkat ettiğimiz üzere herşeyin yolunda gittiğini ve resmen tıkır tıkır işlediğini farkediyoruz. Buna alışkın olmadığımızdan olsa gerek filmlerdekine benzer birşekilde “Çok sessiz” , “Evet, hatta baya bi çok sessiz.” diyoruz. Normalde olması gerektiğinden çok daha sessiz olan her sahnede olduğu üzere bir patlama yada silah sesi duyulmuyor Double Shock gezisinin ilk çeyreğinde. Sağ tarafımızdan “Hede hödö pata küm” diyerek bir çoban köpeği 10 metre önümüze doğru koşuyor. NoLimit’in “Dur” , benim “Bas” şeklindeki düşünsel reflekslerimiz hareketlerimize de komuta ediyor ve ben iyi derecede modifiye edilmiş arabaların vites değiştirirken çıkardıkları turbo basıncına benzer bir efektle beraber 30-40 km üzerinden devam ediyorum ve tahminim üzere sol taraftan geride kalan NoLimit duruyor. Beyaz atlı prens sağ arkamdan birkaç metre mesafede beni bir süre takip ediyor ben de onu izliyorum. Karşıma baktığımda kahverengi renkli bir kahverengi atlı ve pis kokulu bir prensin daha orada yolumu kesmek üzere olduğunu görüyorum. Böbrek üstü bezlerimin salgıladığı adrenalin hormonunun dağılırken karnımda gerçekleştirdiği soğukluğu hissediyorum ve bunun teorik olarak kalp atış sayımı artırması, kılcal damarlarımın genişliğinin değiştirmesi ve bunlara bağlı olarak geçici olarak gelen performans artışını yeterince kullanmıyorum. Masa yüksekliğindeki köpek(cik) lere blörf yaparak herşeyin kontrolümde olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Koyun sürüsünden hızla ayrılmam sonucunda egzoz gazımı yutan yaratıklar ovanın ortasından bisikletinden inmiş ve son derece vurulabilir durumda bekleyen NoLimit’e doğru ilerliyorlar. Ben güvenli mesafeye kadar gittikten sonra durup olayları mercek altına alıyorum. Birkaç atak deneyen köpekler arkadaşımın başını belaya sokacak gibi dursalar da soğuk kanlılığını koruması ve biraz da göremediği kuvvetlerin yardımıyla problem büyümüyor. Yavaş yavaş NoLimit’in yanıma gelmesini bekliyorum “Baba n’aptın” diyerek karşılıyorum dostumu ve ufak bir brifingden sonra “Neyse Allah’tan bir şey yok” diyerek kendimizi teselli ediyoruz. Dakikalarca sürecek olan bir açık oturum başlıyor, dursa mıydık, durmasa mıydık. Özellikle Ankara’da Bilkent, ODTÜ ve Hacettepe arazilerinde yoğun bisiklet binen birisi olarak 2 gezimden birinde kesinlikle bir yada muhtemelen daha fazla (5-10) köpekle muhatap olduğumu anlatmaya çalışyıorum NoLimit’e ve benim de her zaman için köpeklerden kaçmak yerine durduğumu anlatıyorum. NoLimit de “Belli zaten hiç kaçmıyorsun” benzeri cümleleri sarfederek kahkaha – bağırış karışımı tartışma devam ediyor. Benim anlatmak istediğim bu durumun bir istisna olduğu ve bu istisnaya göre bir değerlendirme yapmamız gerektiği. Şartlar şöyle: Karşımızda 2 adet jaguar’dan bozma çoban köpeği var ve daha da fazlalaşmayacaklarının hiç ama hiçbir garantisi yok, koyun yada keçi sürüsü yakında ve koruma içgüdüsüyle dolular, çok fazla gürültü yapmadan az bağırarak geliyorlar (ısıracak köpek havlamaz desturu) , hızımız yeterli ve enerjimiz yerinde yani istediğimiz şekilde köpekleri ekebiliriz, bisikletten inmek için yeterli mesafede yavaşlayıp duramazdık ve bir miktar köpeklerden kaçmış olarak onları şımartmış olurduk. Dostumu köpekler konusunda bir dahaki sefere bana güvenmesi konusunda ikna etmeye çalıştıktan da birazcık da olsa başarılı olduktan sonra asıl konuyu atladığımızı farkettim. “Abi, ne yaptıysak yada yapacaktıysak yapalım beraber yapmamız gerekirdi, dursak beraber, bassak beraber bassaydık, önemli olan buydu.” Ama saliseler içinde gerçekleşen bu olayda karar vermek için çok az zamanımız olduğundan reflekslere kalmıştı işimiz ve onların da karar verme mekanizması çok farklıydı. Herneyse, onlarca dikiş yada yapılabilecek en iğrenç iğnelerden biri olan kuduz iğnesinin acısına katlanmamıza gerek kalmadan bu tehlikeyi de sağ salim atlatmış bulunduk çok şükür.
 
Scudo
Yolumuza iyi kötü devam ediyoruz. Geçmişi değiştiremeyeceğimiz için sadece ders almakla yetiniyoruz. Tekrar uzun,sıcak ve asfalt yollardayız. Trafik ve sıcaklık iyice kendini belli etmeye başlıyor. Shock Position’un dönüş yolculuğunda peşimize takılan sevimli köpek Nohut’u bıraktığımız köyün yokuşlarına geldik artık. Çıkışların başındaki buz pınarından suları tazeleyip, kendimizi molasız çıkma konusunda ikna ettikten sonra pedallara dokunuyoruz. Sonradan bizi geçen kamyonla neredeyse aynı hızda ilerliyoruz. Sol tarafımızda ufak tepelerle süslenmiş altın sarısı bir ova manzarası olduğu halde siyah-kül grisi asfalt üzerinden ilerliyoruz. Lastiklerin eriyen yola yapışırken çıkardığı sesler var kulağımızda. Hızımız da doğal olarak azaldığından düz yollardaki rüzgar soğutmalı sistem devre dışı kalıyor ve gerçekten terlemeye başladığımızı farkediyoruz. Köyün içerisinde hiç oyalanmıyoruz. Geçerken bir evdeki bizim yaşımızdaki bir arkadaşa “Hani bu kadar mı yahu yokuşlar?!” diyerek “Son artık son, bitti” cevabını alıyoruz. Bir bu kadar daha çıkardık gibilerinden kendini bilmez düşüncelerden sonra türev hesaplamalarımız sonucunda farkettiğimiz eğim sıfıra yaklaştığı bir noktada duruyoruz. Teorik olarak + dan – ye doğru yön değiştiren birinci türev bize en yüksek noktada olduğumuzu söylüyor. Kendisine “Kafa karıştırma” cevabını verdikten sonra kaybedilen suyun bir kısmını tekrar alıyoruz. Birkaç fotoğraf ve eğlenceli ovanın içerisinden yol almaya devam ediyoruz.



Ufak iniş-çıkışlar ... Tarlalarda çalışanlara ve yoldan geçenlere selam vermeyi ihmal etmiyoruz. Bazıları “Hello” ya benzeyen sesler çıkaracak kadar bizi turist sanıyorlar. Böylelerine de Türk usülü “Selamun Aleyküm” çekip, surat ifadelerini “keh keh” ler eşliğinde izliyoruz. Börtü-böcekten ve tozlardan bizi koruyarak süper bir iş başaran güneş gözlüklerinin koyulaştırdığı renkler arasından yolumuza devam ediyoruz. Git gide ağaçların sayısı azalıyor, traktörler ve tarlada çalışanların pabucu dama atılıyor. Bire bin veren bereket simgesi buğdayların arasından ilerliyoruz. Yol iyice düzleşiyor ve virajlardan arınıyor. Hızımız da belki arkadan esen belki hiç esmeyen rüzgarın izin verdiği ölçüde keyifli bir noktaya kadar tırmanıyor. Tam kaptırmış giderken “Höeyt” diyen bir korna sesiyle irkiliyoruz. Sol tarafımıza döndüğümüzde tam arkamızda sarı bir tır görünüyor. İkinci iş olarak sürücüye bakıyoruz tabiki. O da “Neaapıyonuz uleaağn” diyerekten el sallıyor. Böyle kafa birini bulduktan sonra hemen bir iş görüşmesi yaparak, elimle tırın rüzgarına gireceğimi işaret ediyorum. O da artık ne kadar anladıysa, sıkıcı yolda bir eğlence olsun diye yardımcı olmaya karar veriyor ki, gayet sakin hızını artırıyor. Tırın oluşturduğu rüzgar tüneline girmem zor olmuyor. NoLimit başta girmediği için geç kalıyor ve ne kadar uğraştıysa da bir türlü yetişemiyor. Ben rüzgarına girdiğim tırın stop lambalarına 1 metre mesafede ilerlerken son viteste jet hızıyla ama son derece kolaylıkla pedal çevirdiğimin farkına varıyorum. Bari vites artırayım diyorum ki, bu sefer de artıracak vites kalmadığını görüyorum. Bu arada iki kamyon büyüklüğündeki yürüyen trans-atlantik sol şeritten nazikçe sağa geçiyor. Yahu tamam anladık da, peki neden bu kadar yavaş gidiyorum diye etrafıma bakıyorum, sonra km saatine bakıyorum bu dümdüz yolda, belki çok az tırmanan eğimi olan yolda, 60 km’nin üzerinde hızlarda dolandığımı görüyorum. “Abi süper bişi bu yau” diyorum ve boşta dönen pedalları yokluyorum. Arada kendimi tırın sağ arka tarafından çıkarıp, aynadan kaptana “evriting okey” mesajı veriyorum. Tekrar rüzgara girdiğimde meğer kaptan benim el işaretimi “Bu makine anca bu kadar mı gidiyor baaaa” diye anlamış olacak ki, bütün turbo teknolojisini sonuna kadar kullanarak “vıjjjj!” sesi eşliğinde 5 er 10 ar km sini artırıyor. Benim zaten yorulmuş ve bisikletin sınırına gelmiş halimde daha fazla peşinden gitmem teorik, pratik ve bilimsel olarak mümkün değil. Kenara geçtiğimde arkama bakıyorum ve NoLimit neredeyse görünmez olmuş. Sola keskin bir virajda ne hikmetse “Nerde bu çocuk?” diyerek tekrar arkama bakayım derken yanımdan geçen belki kirden belki ziftten simsiyah olmuş bir kamyonun arka tekerlerine dolanıp da bir kelimeyi şehadet bile getiremeden 3. kalite bir pastırma olmaktan son anda kurtuluyorum. Hebele hübele efektlerinden sonra kenara çekiyorum. NoLimit’in yanıma gelmesini beklerken hiç sıkılmıyorum çünkü etrafımızda dolanan ve alçak uçuş yaparak eğlenen bir şahini gözetliyorum. Dostum yanıma geldiğinde “Veueee, yieaaa” benzeri kelimelere ve harflere dökülemeyecek ses efektleriyle durumu ona kısa yoldan anlatıyorum.



Akbaba gibi tepemizde dolanan şahinin gölgesinin asfaltta önümüzden hızla geçtiğini gördüğümüz halde yolumuza devam ediyoruz. Bu ovadan kurtulmamız artık yollardan bayma derecesine geldiğimiz zamana rastlıyor. Sonunda ufak bir iniş eşliğinde Yeşilova ilçesi görünüyor. Yeşilova içinden geçişimiz son derece olaysız oluyor. Doğru düzgün bir market bulmamız ise son derece zor oluyor. Kanat, sucuk, kola gibi lazım olabilecek şeyleri aldığımızı zannedip, göle doğru yola çıkıyoruz. Salda gölü ilk göründüğünde dikkatimi çeken tek şey, kıyıya yakın kısımlarındaki aşırı renk farklılığı. NoLimit’e “2 sene önce de böyle miydi olum bu?” soruma “Tabi olum” cevabını aldıktan sonra fazla oyalanmadan mekanımıza gidip, yemek yemek istiyoruz. Biraz etrafta oyalandıktan sonra 70 km sırtımızda taşıdığımız çantaları yere koyuyoruz ve hemen hazırlıklara başlıyoruz. Herşeyi aldığımız halde ekmek, kibrit, tuz gibi hayati fonksiyonlarımız için gerekli şeyleri şeyleri almadığımızı farkediyoruz. Eksikleri karaborsadan fahiş fiyata temin ettikten sonra işe koyuluyoruz. Ateş yakmakta başta zorlanıyoruz ama yaktıktan sonra da tadından yenmeyen bir yemek faslına geçiyoruz. Açıkhava sporlarının vazgeçilmezi olan sucuk keyfi ise ultra süper. Daha sonra ise büyük bir tembellikle biraz kestirmeye karar veriyoruz. Rüzgar ve dişli-zincir seslerinden sonra mp3 lerden gelen 1 ve 0 lara bırakıyoruz kulaklarımızı. Toprak üzerinde işgal ettiğimiz mekan karıncaların da yardımıyla baydıktan sonra NoLimit girilmesi yasak göl suyuyla ben de çekilmesi yasak fotoğraflarla uğraşıyorum. Oldukça uzun bir müddet burada vakit geçiriyor ve dolayısıyla dinleniyoruz. Aslında geliş performansımız gayet iyi, tahmin ettiğimizden çok daha kolay geliyoruz ki Salda’ya gelirken irtifamız yükseldi. Geri dönüş daha kolay olması gerekiyor, teorik olarak. Ama her zaman olduğu gibi bu sefer de herşey yolundaymış gibi göründüğü zaman ansızın gelen aksilikler canımızı çok yakıyor.
 
Atmosferdeki ısı birikiminin maksimuma yaklaştığı ikindi vakitlerinde yola çıkıyoruz. Bir sürü gereksiz ayrıntıyı geride bırakarak Yeşilova’ya geldiğimizde süper moral bozucu bir etmenin bize arkadaşlık edeceğini anlamamız uzun sürmüyor. Tozları yerden kaldırarak güçle esen rüzgar bisikleti alabora etmek istercesine bizi bir bu yana bir bu yana sallamaya başlıyor. Neye uğradığımızı sapıttığımız noktada onlarca kilometre boyunca bu rüzgarla mücadele etmemiz gerektiğini anlıyoruz. Yeşilova’dan çıkmadan önce NoLimit’in tavsiyesine uyarak bir enerji içeceği tüketmek istiyoruz ama fazla aramadan,bulamayarak yola koyuluyoruz. Birkaç gofretle idare etmek zorundayız.



Saatler ilerledikçe rüzgar bizi turdan ve canımızdan bezdirmeye başlıyor. 30 km nin üzerinde hızlarla geldiğimiz ovayı tekrar geçerken 20 hatta 10 lu km lere kadar düşüyor hızımız. İster istemez bir moral bozukluğu oluyor tabiki. Bir an önce bu yöne ilerlemekten ve bu rüzgarla boğuşmaktan kurtulmak istiyoruz. Hava akımlarının da yorucu etkisiyle, gelirkenki dinamik ve enerjik halimizden eser kalmıyor. Etrafta nadiren görebildiğimiz ağaçların artık çoğalmasını ve rüzgara karşı bizlere set olmasını istiyoruz artık. Dualarımız kabul oluyor ki sağ tarafımızda görünen gölle beraber ağaçlar etrafımızda git gide çoğalmaya başlıyor. Karşımızda antik bir kentin duvarlarına benzer birşekilde yeşil bir setten kavak ağaçları görünüyor. Bu setin tam ortasından geçen yoldan artık rüzgarın da etkisinin azalmasıyla nisbeten rahatlayarak ilerliyoruz.



Bir köyün içerisinden geçerken yokuş aşağı kaptırmış giderken karşı tarafta 5-10 inekten oluşan bir sürünün olduğunu ve yolu kapladığını görüyoruz. Hazır kapladığını demişken bir de kaplan görüyoruz. Bir sibirya kaplanı, daha doğrusu bir sibirya kaplanından bozma canavara daha çok benzeyen bir kangal köpeği. Hemen durup kenarından yavaş yavaş geçiyoruz, sahibinin bir şey yapmaz söylemlerini tasdiklercesine bizim tarafımıza bakmaya bile üşeniyor. O kadar heybetli duruyor ki 10 metre gerisinden gelen diğer köpek bize van kedisi kadar masum geliyor. Boynundaki 20 şer santim uzunluğundaki çiviler kurtlar tarafından boğazlanmasını engelleyici görev yapıyor. karşındaki canlının dokularının bir kısmını yada tamamını daha küçük parçalara ayırmak için tasarlanmış 1.5 ila 2 ton arası basınç uygulayabilen çenesi yada sanat eseri kendinden emin hareket ediyor. Tüyleri kabarmış ve neredeyse belimize kadar gelen bu aslan yavrusunun yanından geçtikten sonra “O neydi abi öyle” , “Mükemmel bir yaratık” cümleleri bize arkadaşlık ediyor birkaç km boyunca. İyice köpekgiller familyasını tanımaya başlamışken kendimizi “Canavar uzmanı” gibi hissetmeye başlıyoruz.



Gelirken ufak ölçekli bir macera yaşadığımız 2 çoban köpeği tarafından korunan sürüyü görüyoruz ileride. Bu sefer kesinlikle ne yaparsak beraber yapacağız ve zaten yapmamız gereken hiç durmamak. Bu sefer beyaz atlı prens bizi görünce biraz koşup, durmayacağımızı sezerek boşuna enerji harcamayayım bari diyerek erken pes ediyor. Diğerini göremeyince ise bize pusu mu kurdu acaba, diyerek her otun çöpün arkasından aniden çıkabilecek yaratığın betimlemesi konusunda espriler yapıyoruz. Derken yolda ezilmiş yaratıklarla karşılaşıyoruz. Sol tarafta bir tavşan, daha doğrusu tilki gibi bir şey, sağda ise bir yılan karşıdan karşıya geçerken arabaların tamponlarına kafa atmayı denemiş. Geçen kamyonlar ve ağır vasıtalar da bu iğrenç manzarayı bir dövme gibi asfalta iyice yapıştırmış. İki tanesini yan yana görünce de bu post modern sanat anlayışını yansıtmamak olmaz diyerek fotoğraf makinesine sarılıyoruz. Arabalar geçerken rüzgarından tilki yada tavşan yada herneyse artık o yaratığın yassılaşmamış kuyruğu havalanıyor ve bir bayrak gibi bir süre dalgalanıyor. Yılandan yakın bir detay alırken de genellikle her çiçeğe atılan birer makro çekimin aksine “iyiliklerin arasında bir kötülük” temasını işliyoruz. İğrenç görüntüye ve kokuya daha fazla dayanamayıp, yolumuza devam ediyoruz



Sistemlerimizden her zaman olduğu gibi ilk pes eden eklemlerimiz oluyor. Kaslarımız, solunum sistemi ve kalbimizin keyfi gayet yerinde iken saatlerdir aynı pozisyonda durmamızdan kaynaklanan ve tek kelimeyle çekilmez olan “mola verdirtici” sorunlar başgösteriyor. Benim bir ara sert çarpan rüzgarın da etkisiyle olacak ki miğde üşütmesine benzeyen semptomlar hissediyorum. Karın bölgesindeki turumuzu zehir edebilecek bu ağrıyı geçirmek için rüzgarı kesmesi ve sıcak tutması adına bir t-shirt yeterli oluyor. Rüzgar bizi çok fazla yıprattığı için ortalama hızımızı eski haline çıkarmak için oldukça uğraşmamız gerekiyor. Artık kanımızdaki iyon dengesi de kaybedilen minarellerden ve tuzlardan dolayı bozulmaya ve “yuh” dedirtici bir yorgunluk ve bezginlik gözle görülür hale geliyor. Bu şartlar altında uzun kilometreler anlatmaya değecek olaylar olmadan akıp gidiyor. Güneş gökyüzünü sarıya boyamışken Hacılar köyüne ulaşıyoruz. Yavaştan yavaştan karanlığa kalma tehlikemizin bulunduğunu hissetmeye ve bundan sonra elimizi çabuk tutmaya karar veriyoruz. Su takviyesi yapıldıktan sonra vakit kaybetmeden tekrar yola koyuluyoruz. Su doldurduğumuz caminin inşaat halindeki kısmında dolanan kırlangıcın sesinin kubbesel tavandaki yankıları bazı film sahnelerini hatırlatıyor bana.



Üzüm bağları arasından sağa kıvrılan yolda ilerliyoruz. Sol tarafımızda ucundan göl görünmekle beraber, sulak ovada yeşil ağaçlar katmanlar oluşturuyor, batmaya hazırlanan güneş ise hepsinin üzerine pastel bir tabaka çekmiş gibi aşağı, dağların arasına hareket ediyor. Süreksiz, kesintili ve bitmek bilmeyen asfalt çizgilerini göz ucuyla takip ederken artan trafik hayallere dalmamızı zorlaştırıyor. Sağ tarafımızda binlerce yıl öncesinden kalan Kuruçay höyüğünü geçiyoruz. Ama sarı tabelasının önünden geçerken ufacık bir mola vermeyi de ihmal etmiyoruz. Güneş artık dağların arkasında ama sağdan soldan yansıyan gelen ışınlarla ortalık bir yarım saat daha aydınlanmaya devam edeceğe benziyor. Son gücümüzü de kullanıp, ışıklandırılmış duble yola yetişmemiz gerekiyor. Son bir iniş, çıkış ve gelirken felsefi derinliğiyle ilgili yorumlar yaptığımız köprülerden birkaç tane geçtikten sonra sol tarafımızda Burdur gölü tekrar görünüyor. Başlama ve bitiş noktalarında birer tane olmak üzere toplam 3 adet gölü doyasıya geçtiğimiz Double-Shock gezimiz de bitiş sinyalleri vermeye başlıyor. Fiziksel olarak neredeyse tamamen bitmiş olduğumuz söylenebilir. Şehir içine girince ilk işimiz herhangi bir enerji içeceği yada izotonik sporcu içeceği alarak vücudun yıpranmasını ve tamirat süresini minimuma indirmek olacak. Babamdan gelen telefona cevap veriyorum ve şehrin sınırları içerisinde olduğumuzu ve yarım saat belki bir saat içerisinde evde olacağımı söylüyorum. Sol tarafta ise garip bir peri masalındaki gibi, gölün üzerinde bekleyen küçük ay bana “Evet, evde olacaksın” diyor. Kırmızı, sarı ve mavinin eğlenceli bazı tonlarını bir arada gördüğümüz ve gittikçe koyulaşan bu mükemmel manzaranın içine doğru ilerliyoruz ve müziğin sesi yavaşça azalırken, biz de gözden kayboluyoruz.





Burak Bakay

BLaDe


.....


.....


maceranin fotograflarina

(link)


ve

(link)

dosyalarindan ulasabilirsiniz.

...........
 
blade, nefisti öykü...çok tşk ler paylaştığın için...gerçekten büyük bir zevkle okudum...
 
Varya çok güzelmiş okudum şimdi resimleri indiriyorum. Düşünüyorumda acaba ben böyle bir geziye dayanabilirmiyim. Genelde sahil yolunda gezmiş ve en uzak mesafe olarak Tuzlaya gitmiş biri olarak sanırım zorlanırdım cok diye düşünüyorum...
 
tekrar tesekkurler ...... aslinda km olarak 150 , uzun yola asina arkadaslar icin normal (bazilarina komik) gelebilir, ben cok fazla uzun yol giden birisi degilim ama turun tadi baska oldugu icin kacinilmaz olarak en azindan bikac gun 100 + uzerine cikmak gerekiyor her sene.. bence kilometrenin buyuklugu uzunlugu cok fazla bisey ifade etmiyor,

onemli olan miktari degil, kalitesi..

sanirim cogu arkadas da buna katilacaktir. cok fazla macera, kesif, eglence yasanilmis bi 20 km yi, tadsiz tuzsuz gri bi 200 km ye 10 kere tercih ederim.
 
Seneye yazın bende katılmak isterim böyle şeylere... Gerçi çok denyimsizim ama olsun.
 
anasayfada tavsiye etmişler bu konuyu..ilgiyle okudum..böyle ayrıntlı öykülere bayılıyorum..
 
vay.. ben de farkettim. cok tesekkur ettim burdan admin ve moderatorlere.
 
Geri