8 Mart Dünya Kadınlar Günü
“8 Mart”, Avrupa ve Amerikalı kadınların “hak mücadelesi”ni sembolize eden bir gün. Avrupa ve Amerika’da verilen hak mücadelesinin, özellikle gelişmiş ülke kadınlarının hayatında değişikliklere sebep olması, bu günün hemen her yıl “kadın hakları” konusunda mücadele etme geleneğinden gelen kadın kuruluşları tarafından kutlanmasına sebep teşkil etmektedir. Ancak, “8 Mart kadınlar günü”nü kutlayanların pek çoğunun, bu günün tarihçesi hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadıkları veya tarihçesinden soyutlayarak bu günü kutlamaya kararlı oldukları anlaşılmaktadır. Zaten, “anneler günü”, “babalar günü”, “öğretmenler günü”, “çocuklar günü”, “sevgililer günü” v.s. diye sürüp giden o kadar kutlanacak gün var ki, böyle günler, gün enflasyonunda kaynayıp gitmektedir.
Tarihçesine bakılınca, “8 Mart”ın ”işçi hareketi”nin bir sonucu olduğu görülür. Endüstrileşme sürecinde günümüz şartlarıyla değil karşılaştırmak, tasavvur dahi edemeyeceğimiz biçimde patronlar tarafından sömürülen, madenlerde, metal, tekstil ve diğer iş kollarında haftada 60 saat çalıştırılıp emeği ucuza giden kadın işçiler, önce hayatta kalabilmek, sonra sağlıklarını muhafaza edebilmek ve insanca yaşayabilmek için “hak mücadelesi” vermek zorunda kalmışlar, hatta bu mücadelede, erkek işçilerin desteğini dahi yeterli düzeyde alamamışlardı. Özellikle kriz dönemlerinde “ucuz işgücü” olarak erkek işçiler tarafından “rakip” kabul edildikleri için, sendikaların kerhen desteklemek zorunda kaldığı kadınlar, 19. yüzyıl ortalarından itibaren grevlere katılmaya başlamışlardı. 1842’de Britanya’daki madenlerde çalışmaları yasaklanana kadar kadınlar sepetlerle kömür taşımış, ağır işlerden dolayı bacaklarında, sırtlarında deformasyonlar oluşmuş, hamile kaldıklarında vücutları iflas noktasına gelmiş, bebeklerini fabrikalarda doğurmuş ve doğumdan birkaç hafta sonra işbaşı yaptıklarında, fabrikaların kirli çalışma ortamlarında bebeklerini emzirerek ailelerini geçindirmeye çalışmışlardı. Ancak 1847 yılına gelindiğinde, kadınların mücadeleleri sonucu çalışma saatleri günde 10 saatle sınırlandırılmıştır. Bunun üzerine sendikalar bütün işçiler için bu hakkı desteklemiş ve zamanla bu hakkın bütün işçiler için geçerli olması sağlanabilmiştir. Bu örnek, işçi kadınların verdikleri “hak mücadelesi”nin ne sadece bir “işçi hareketi” ne de bir “kadın hareketi” olarak adlandırılamayacağını göstermektedir. Verilen mücadelenin sonuçları, sadece endüstrileşme sürecinde değil, günümüzde de görülmektedir. Günümüz Avrupa’sında normal sayılan “annelik izni”, “doğum izni”, “sınırlı çalışma saatleri” gibi düzenlemeler, bu sürecin bir sonucudur.
Gelelim “8 Mart”ın tarihçesine...
8 Mart 1857’de, New York’taki tekstil işçisi kadınlar greve gitmişlerdi. Bir ifadeye göre bu günün seçilmesinin sebebi bu olaydır. Fakat bir başka “8 Mart”ta (1908) çok daha vahim bir olay gerçekleşecektir. Yine New York’ta, Cotton tekstil fabrikasında çalışan kadınlar, daha iyi çalışma şartları talebi için diğer işçi kadınlarla birlikte greve giderler. Bu grevin yayılmasını önlemek için grevci kadınlar, fabrikaya kilitlenirler. Hemen ardından fabrika bilinmeyen (!) bir sebepten yanar ve kaçamayan 129 grevci kadın yanarak hayatını kaybeder. Bu olaydan bir yıl sonra Amerika’nın Manhattan kentinde, 20 bin dikişçi kadın greve gider ve binlercesi tutuklanır. İki ay süren bu grevin sonucunda fabrika sahibi isteklerinden vazgeçmek zorunda kalır. Bütün bu gelişmeler sonrası Kuzey Amerikalı sosyalistler, Şubat ayının son Pazar günleri sosyalist fikirlerin ve kadınların seçim hakkının propogandasını yapmak üzere “kadınlar günü” kabul edilmesini teklif ederler. Bu teklif, Clara Zetkin tarafından 1910 yılında Kopenhag’da toplanan ”İkinci Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı”nda, kadınların taleplerinin ve ezilmişliğinin gündeme getirileceği bir gün kutlanması gayesiyle gündeme getirilir ve ilk “Uluslararası Kadınlar Günü“ 19 Mart 1911’de Almanya, Amerika, Avusturya, Danimarka ve İsviçre’de kutlanır. Bu günde ilan edilen temel talepler,
- Emperyalist savaş karşıtlığı
- İşçiyi koruma kanunları
- Kadınlar için seçme ve seçilme hakkı
- Eşit işe eşit ücret
- Günde sekiz saat çalışma
- Anneler ve çocuklar için yeterli koruma
- Asgari ücret tesbiti olarak belirlenir.
1921 yılına kadar Şubat ve Mart aylarında farklı günlerde kutlanan “Uluslararası Kadınlar Günü”, “İkinci Komünist Kadınlar Konferansı”nda “8 Mart” olarak belirlenecektir. Bu tarihle, 1908’de 129 kadının hayatını kaybettiği güne atıfta bulunulmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında da “Uluslararası Kadınlar Günü” kutlanmış ve çeşitli konular belirlenerek tartışmaya açılmıştır. 1918’in konusu “kadınların oy hakkı” iken, 1931’de ekonomik kriz sebebiyle Avrupa’da milyonlarca kadının kürtaja başvurması ve krizin 44 bin kadının hayatına malolması tartışılmıştır. 19. yüzyılda hayati konular tartışma ve mücadele konusu iken, zamanla adım adım elde edilen kazanımlar, ağırlıklı olarak konuları “kadınların sosyal ve siyasi hakları”na doğru kaydırmıştır. Fakat dikkat çekici olan, 20. yüzyıl ortalarında sürdürülen tartışma konularıyla günümüz konularının birbirine benzemeye başlamasıdır. Belki de 2005 yılında, Almanya’daki kadınları etkileyen “Hartz IV”, bu tartışmaları yeniden geriye götürecek, kadın derneklerine nostalji yaşatacaktır. Zira “düşük ücretli işleri kabul etme mecburiyeti” ve kalifiye eleman gerektiren işlerde kadınlardan ziyade erkeklerin tercih edilmeye devam etmesi ve “eşit işe eşit ücret” prensibinin hala tam olarak geçerli olmaması, hatta “ALG II” adı altında “sosyal yardım” alan küçük çocuk annesi kadınların da işe gönderilebilecek olması gibi ayrıntılar, bu tartışmaları hatırlamaya sebep olacaktır.
Avrupa ve Amerikalı endüstri toplumu kadınlarının verdiği mücadele, Avrupa’da “kadın hareketi”ne “lokomotiflik” yapmış ve pek çok hakkın elde edilmesini sağlamıştır. Bunlara “seçme ve seçilme hakkı” da dahildir. “Annelerin korunması”, “devletin kadını koruma görevini üstlenmesi”, “şiddete karşı sığınma evleri“ v.b. uygulamalar hep bu sürecin bir parçasıdır. Fakat aynı sürecin endüstrileşmeyi farklı yaşayan, farklı sosyal yapıya sahip toplumlarda da bu biçimde gelişmesi beklenemez. Her toplum aynı tecrübeyi yaşamak zorunda değildir. Bazen şartlar bunu gereksiz kılar, bazen de toplumlar diğerlerinin tecrübelerinden faydalanarak kendilerinde değişim sağlayabilirler. Fakat bilinmesi gereken şudur: Hareket etmeden değişim yaşanmaz. Değişimin, gelişimi sağlama şansı yüksektir. Değişim ve gelişim ise toplum olmanın, insan olmanın şartıdır.
Kaynak:
www.turkpartner.de/Yazarlar/AyKilicarslan/KadinG.htm