bulentsavran
Üye
- Kayıt
- 25 Mayıs 2007
- Mesaj
- 30
- Tepki
- 371
- Şehir
- Muğla
Bisikletle gezerken her şeyi, öteki araçlardayken gördüğünüzden tümüyle farklı görürsünüz. Arabayla gezerken hep kapalı bir yerdesinizdir ve alışık olduğunuzdan, araba penceresinden gördüklerinizin televizyondakilere benzediğini fark etmezsiniz. Pasif bir gözlemcisinizdir ve sizinle birlikte giden sıkıcı bir kafes içindesinizdir. Bisiklette bir kafes yoktur. Her şeyle doğrudan temastasınızdır. Artık, izlemekten öte, sahnedesinizdir. Ayağınızın altındaki yol gerçektir, toprak yolun taşlarını kuvvetle hissedersiniz, oradadır; istediğiniz an ayağınızı aşağı indirip dokunabilirsiniz ve bilinciniz hiçbir şeyi, hiçbir yaşantıyı kaçırmaz.
Virajlı dağ yollarını tercih ediyoruz, üzerinde ticari işletmeler ve reklam tabelası olmayan yolları. Bu yollarda ağaçlıklar, otlaklar, bahçeler, çayırlar ve zirveler vardır, yanından geçtiğimiz çocuklar bize el sallar, insanlar evlerinin yanındaki bahçelerinden bize merakla bakarlar, yol ya da başka bir şey sormak için durduğumuzda yanıtlar kısa değil, istediğimizden de uzun olmaya eğilimlidir. İnsanlar bize nereden geldiğinizi, kaç saattir yolda olduğumuzu sorarlar. Yalnızca spor yapmıyoruz. Aslında iyi vakit geçiriyoruz. Doğayı görüyor, kokluyor, dinliyoruz. Dağları, ormanları, vadileri görüyoruz, derelerin, kuşların seslerini dinliyor, göknar ile ladin veya akçaağaçla, otların, kekiğin kokularını ayırt ediyoruz. Arkamızda içinde biraz yiyecek, pompa, onarım malzemeleri, fotoğraf makinesi ile dolu çantalarla iki bisiklet, Zigana Tüneli'nden 1820 metreden ağır ağır Zigana Dağı zirvesine doğru yol alıyoruz, oradan da niyetimiz batıya dönerek Kadırga, Akkise Yaylası, Kalınçam derken Tonya'ya dağlardan ulaşmak ve buradan da tekrar denize inmek.
Bitmeyecekmiş gibi gelen, 2000'li rakımların üzerinde artık ağaç yetişmeyen yüksekliklerde, uzakta yolun hemen üzerindeki zirveye doğru, kendi gücümüzle biraz da mekaniğin yardımıyla pedal basıyoruz. Zigana Dağı zirvesindeyiz, rakım 2030 ve kayak tesislerinin yanından güneye Gümüşhane'ye, dağlara, yaylalara ve diğer zirvelere bakıyoruz. Sanki en tepede gibiyiz, ama daha gidecek çok yol var. Çeşmeden suyumuzu içip, matarayı da doldurduktan sonra tekrar yola koyuluyoruz. Tepeler yavaş yavaş arkamızda kalıyor, sonra yeni tepeler geliyor ve saatler geçiyor. Kolumdaki saatin altimetresi 2150 'yi gösteriyor. Yavaş yavaş ağaçlar seyrekleşiyor ve göz alabildiğine tepeden tepeye uzanan çayırlar çıkıyor ortaya.
Önümüzdeki bir başka zirveye yaklaştıkça yeni çayırlar ve biraz aşağıda derme çatma kulübeleri görüyoruz. Kan şekerimiz düşüyor ve yorgunluk belirtileri başlıyor. Arka çantadaki armutları paylaşıyoruz. Yola devam; ama galiba hipoglisemide tık, armutlardan fayda yok. Neyse ki önümüzde güzel bir iniş var. Yeni Nishiki Cascade'nin amortisörlerini de denemiş oluyorum. Amortisörün ayarını yumuşatıp bozuk, taşlı yolda bırakıyorum bisikleti. Takır tukur yolda 40 kilometre üzerinde süratle iniyorum. Yol ne kadar kötü olursa olsun, yeni bisikletimin süspansiyon sisteminin sağladığı kontrol gerçekten mükemmel. Lastikler zemini adeta pençe gibi tutuyor, virajlarda fren yapmadan bisikleti yatırarak uçarcasına iniyorum aşağıya doğru. Dağların tepesinden süratle aşağıya süzülen avcı kuşlar aklıma geliyor. Ama ne olur olmaz, ellerim frende ve V-frenlerimin gücüne güveniyorum.
Kadırga Yaylası, sadece yazları köylülerin hayvan otlatmak amacıyla kaldıkları bir yer. Kışın tamamen kar altında kalıyormuş. Bakkaldan yarım kilo pestil alıyorum. Nerdeyse yarısını yiyoruz, üstüne birer litre su içip, çayları bitirdikten sonra yola devam etmek için kalkıyoruz. Arka lastik canta yapışmış. Günün ilk patlağının sonuncu da olması dileğiyle, yedek lastikleri çıkararak kolayca onarımı yapıyorum. Bu arada pestilin etkisi de başladı galiba. Bisiklet üzerinde insan, vücudunu daha iyi tanıyor. Vücudun glikojen deposu yaklaşık 500 gram tutuyor. Kan şekerinin tam anlamıyla düştüğü durumlarda, ki bu durumları bisikletle çok yaşadım, pedal çevirecek güç kalmıyor. Vücudunun sınırlarını bilmek, dağların tepesinde, insanlardan uzakta, önümüzdeki yolu biraz pestil ve bolca su ile kat edebileceğimi bilmek bana güven veriyor. Tabii bunda hekim olmanın da, rolünün olmadığını söylemek zor.
Kadırga Yaylası geride kaldı. Akise Yayla'sına doğru yönümüz. Altimetre 2300 metreyi gösteriyor. Tepemizde masmavi bir gökyüzü, dik bir yokuş çıkıyoruz, ama terlediğimi pek hissetmiyorum, hava serin. Yokuş bitiyor, önümüzde oldukça uzun ve keskin virajlı bir iniş var. Bırakıyorum bisikleti, virajlarda yatırarak biraz da yeni lastiklerin zevkini çıkarıyorum. Nihayet köy göründü. Bisikletli bir çocuk yanıma geliyor. Manzara çok etkileyici. Bisikletli çocuğu da alıp yanıma, birer fotoğraf çekiyorum.
Yolcu yolunda gerek. Fazla oyalanmadan tekrar yola koyuluyoruz. Bu sefer önümüzdeki ilk yerleşim yeri Kalınçam. Yolda iki yerde önümüze yolun tamamını kaplayan çamur göletleri çıkıyor. Daha tecrübeli olarak öne atılıyorum. Derinliği konusunda tahminde bulunmak zor, ama otomobiller geçiyorsa ben de geçerim diyorum. Daha önceki tecrübelerimden yavaş geçersem çamurlu suyun ortasında kalabileceğimi bildiğimden heyecanla basıyorum pedallara. Ayaklarım çamurlu suya giriyor, ama karşıya da ulaşıyorum. Mehmet hoca arkadan aynı şekilde geliyor. Kalınçam tamamen bir orman köyü. Her taraf tomruklar, kerestelerle dolu ve çalışan tek tük insanlar bize bakıyor. Durmadan Tonya'ya doğru yola devam ediyoruz. Niyetimiz Tonya'lı Mehmet hocanın akrabalarının misafiri olmak. Bir ortopedi profesörüne ikram olarak artık ne gibi yemekler çıkaracaklarını düşünerek hızımı artırıyorum.
Gerçekten haklı çıktım. Alabalığın üstüne köfteleri de yuttuktan sonra, yola nasıl devam edeceğimizi düşünmeye başladım. Ancak denize ulaşmaya kararlıyız ve 55 kilometrelik hafta sonu gezisini Vakfıkebir'de noktalıyoruz. Hafta sonları pazarları gittiğimiz bu dağ yolları gerçekten güzel ve yoldan gevşemiş, mutlu bir şekilde ayrılıyoruz. Pazar gezileri düzenli bir alışkanlığa dönüşünce, aslında bariz olan bir şeyi, bu yolların, ana yollardan farklı olduğunu anladık. Bunların çevresinde yaşayan insanların yaşam ritmi ve kişilikleri tümüyle farklıydı. Onlar bir yerlere gidiyor değillerdi. Aslında biz de bir yerlere gitmiyorduk; doğa ile bütünleşmeye gidiyorduk.
Bunu bu denli geç anlamış olmamıza şaşmıyorum. Görmüş, ama gene de görememiştik. Ya da daha doğrusu, onu görmemek üzere eğitilmiştik. Fakat bir kez anladıktan sonra, hiçbir şey, eşler ve çocuklar da dahil, hiçbir kimse bizi bu yollardan uzak tutamazdı. Bizler gerçek birer "dağlarda bisiklet sürme" meraklısı olarak, o yollarda gittikçe, öğrenecek şeyler olduğunu gördük. Örneğin, iyi yerleri haritada belirlemeyi öğrendik. Eğer çizgi kıvrılıyorsa bu iyidir, dağdaki virajları gösterir. Eğer yol, bir kasabayı bir kente bağlayan ana yol ise bu kötüdür, trafik yoğundur. En iyisi, hiçbir yeri hiçbir yere bağlamayan yollardır. En önemli ustalık ise, dağlarda kaybolmamaktır. Bu yollar yalnızca, buraları iyi tanıyan bölge halkı tarafından kullanıldığından, sapak tabelaları yoksa bundan kimse şikayetçi olmaz ve genellikle de yoktur. Olduğunda ise genellikle, ağaçların arasında gizlenmiş küçük tabelalardan ibarettir. Ağaçların arasındaki tabelayı atladıysanız, bu başkalarının değil, sizin sorununuzdur.
Otobüsle Trabzon'a dönerken, tampon tampona dizilmiş otomobillere bakıyorum. İçlerinde asık suratlar var. Arka koltukta çocuklar ağlıyor. Bu insanlara bir şeyler söylemenin bir yolu olmalı, fakat suratları asık ve aceleleri varmış gibi görünüyor, yani, bir yolu yok...
Virajlı dağ yollarını tercih ediyoruz, üzerinde ticari işletmeler ve reklam tabelası olmayan yolları. Bu yollarda ağaçlıklar, otlaklar, bahçeler, çayırlar ve zirveler vardır, yanından geçtiğimiz çocuklar bize el sallar, insanlar evlerinin yanındaki bahçelerinden bize merakla bakarlar, yol ya da başka bir şey sormak için durduğumuzda yanıtlar kısa değil, istediğimizden de uzun olmaya eğilimlidir. İnsanlar bize nereden geldiğinizi, kaç saattir yolda olduğumuzu sorarlar. Yalnızca spor yapmıyoruz. Aslında iyi vakit geçiriyoruz. Doğayı görüyor, kokluyor, dinliyoruz. Dağları, ormanları, vadileri görüyoruz, derelerin, kuşların seslerini dinliyor, göknar ile ladin veya akçaağaçla, otların, kekiğin kokularını ayırt ediyoruz. Arkamızda içinde biraz yiyecek, pompa, onarım malzemeleri, fotoğraf makinesi ile dolu çantalarla iki bisiklet, Zigana Tüneli'nden 1820 metreden ağır ağır Zigana Dağı zirvesine doğru yol alıyoruz, oradan da niyetimiz batıya dönerek Kadırga, Akkise Yaylası, Kalınçam derken Tonya'ya dağlardan ulaşmak ve buradan da tekrar denize inmek.
Bitmeyecekmiş gibi gelen, 2000'li rakımların üzerinde artık ağaç yetişmeyen yüksekliklerde, uzakta yolun hemen üzerindeki zirveye doğru, kendi gücümüzle biraz da mekaniğin yardımıyla pedal basıyoruz. Zigana Dağı zirvesindeyiz, rakım 2030 ve kayak tesislerinin yanından güneye Gümüşhane'ye, dağlara, yaylalara ve diğer zirvelere bakıyoruz. Sanki en tepede gibiyiz, ama daha gidecek çok yol var. Çeşmeden suyumuzu içip, matarayı da doldurduktan sonra tekrar yola koyuluyoruz. Tepeler yavaş yavaş arkamızda kalıyor, sonra yeni tepeler geliyor ve saatler geçiyor. Kolumdaki saatin altimetresi 2150 'yi gösteriyor. Yavaş yavaş ağaçlar seyrekleşiyor ve göz alabildiğine tepeden tepeye uzanan çayırlar çıkıyor ortaya.
Önümüzdeki bir başka zirveye yaklaştıkça yeni çayırlar ve biraz aşağıda derme çatma kulübeleri görüyoruz. Kan şekerimiz düşüyor ve yorgunluk belirtileri başlıyor. Arka çantadaki armutları paylaşıyoruz. Yola devam; ama galiba hipoglisemide tık, armutlardan fayda yok. Neyse ki önümüzde güzel bir iniş var. Yeni Nishiki Cascade'nin amortisörlerini de denemiş oluyorum. Amortisörün ayarını yumuşatıp bozuk, taşlı yolda bırakıyorum bisikleti. Takır tukur yolda 40 kilometre üzerinde süratle iniyorum. Yol ne kadar kötü olursa olsun, yeni bisikletimin süspansiyon sisteminin sağladığı kontrol gerçekten mükemmel. Lastikler zemini adeta pençe gibi tutuyor, virajlarda fren yapmadan bisikleti yatırarak uçarcasına iniyorum aşağıya doğru. Dağların tepesinden süratle aşağıya süzülen avcı kuşlar aklıma geliyor. Ama ne olur olmaz, ellerim frende ve V-frenlerimin gücüne güveniyorum.
Kadırga Yaylası, sadece yazları köylülerin hayvan otlatmak amacıyla kaldıkları bir yer. Kışın tamamen kar altında kalıyormuş. Bakkaldan yarım kilo pestil alıyorum. Nerdeyse yarısını yiyoruz, üstüne birer litre su içip, çayları bitirdikten sonra yola devam etmek için kalkıyoruz. Arka lastik canta yapışmış. Günün ilk patlağının sonuncu da olması dileğiyle, yedek lastikleri çıkararak kolayca onarımı yapıyorum. Bu arada pestilin etkisi de başladı galiba. Bisiklet üzerinde insan, vücudunu daha iyi tanıyor. Vücudun glikojen deposu yaklaşık 500 gram tutuyor. Kan şekerinin tam anlamıyla düştüğü durumlarda, ki bu durumları bisikletle çok yaşadım, pedal çevirecek güç kalmıyor. Vücudunun sınırlarını bilmek, dağların tepesinde, insanlardan uzakta, önümüzdeki yolu biraz pestil ve bolca su ile kat edebileceğimi bilmek bana güven veriyor. Tabii bunda hekim olmanın da, rolünün olmadığını söylemek zor.
Kadırga Yaylası geride kaldı. Akise Yayla'sına doğru yönümüz. Altimetre 2300 metreyi gösteriyor. Tepemizde masmavi bir gökyüzü, dik bir yokuş çıkıyoruz, ama terlediğimi pek hissetmiyorum, hava serin. Yokuş bitiyor, önümüzde oldukça uzun ve keskin virajlı bir iniş var. Bırakıyorum bisikleti, virajlarda yatırarak biraz da yeni lastiklerin zevkini çıkarıyorum. Nihayet köy göründü. Bisikletli bir çocuk yanıma geliyor. Manzara çok etkileyici. Bisikletli çocuğu da alıp yanıma, birer fotoğraf çekiyorum.
Yolcu yolunda gerek. Fazla oyalanmadan tekrar yola koyuluyoruz. Bu sefer önümüzdeki ilk yerleşim yeri Kalınçam. Yolda iki yerde önümüze yolun tamamını kaplayan çamur göletleri çıkıyor. Daha tecrübeli olarak öne atılıyorum. Derinliği konusunda tahminde bulunmak zor, ama otomobiller geçiyorsa ben de geçerim diyorum. Daha önceki tecrübelerimden yavaş geçersem çamurlu suyun ortasında kalabileceğimi bildiğimden heyecanla basıyorum pedallara. Ayaklarım çamurlu suya giriyor, ama karşıya da ulaşıyorum. Mehmet hoca arkadan aynı şekilde geliyor. Kalınçam tamamen bir orman köyü. Her taraf tomruklar, kerestelerle dolu ve çalışan tek tük insanlar bize bakıyor. Durmadan Tonya'ya doğru yola devam ediyoruz. Niyetimiz Tonya'lı Mehmet hocanın akrabalarının misafiri olmak. Bir ortopedi profesörüne ikram olarak artık ne gibi yemekler çıkaracaklarını düşünerek hızımı artırıyorum.
Gerçekten haklı çıktım. Alabalığın üstüne köfteleri de yuttuktan sonra, yola nasıl devam edeceğimizi düşünmeye başladım. Ancak denize ulaşmaya kararlıyız ve 55 kilometrelik hafta sonu gezisini Vakfıkebir'de noktalıyoruz. Hafta sonları pazarları gittiğimiz bu dağ yolları gerçekten güzel ve yoldan gevşemiş, mutlu bir şekilde ayrılıyoruz. Pazar gezileri düzenli bir alışkanlığa dönüşünce, aslında bariz olan bir şeyi, bu yolların, ana yollardan farklı olduğunu anladık. Bunların çevresinde yaşayan insanların yaşam ritmi ve kişilikleri tümüyle farklıydı. Onlar bir yerlere gidiyor değillerdi. Aslında biz de bir yerlere gitmiyorduk; doğa ile bütünleşmeye gidiyorduk.
Bunu bu denli geç anlamış olmamıza şaşmıyorum. Görmüş, ama gene de görememiştik. Ya da daha doğrusu, onu görmemek üzere eğitilmiştik. Fakat bir kez anladıktan sonra, hiçbir şey, eşler ve çocuklar da dahil, hiçbir kimse bizi bu yollardan uzak tutamazdı. Bizler gerçek birer "dağlarda bisiklet sürme" meraklısı olarak, o yollarda gittikçe, öğrenecek şeyler olduğunu gördük. Örneğin, iyi yerleri haritada belirlemeyi öğrendik. Eğer çizgi kıvrılıyorsa bu iyidir, dağdaki virajları gösterir. Eğer yol, bir kasabayı bir kente bağlayan ana yol ise bu kötüdür, trafik yoğundur. En iyisi, hiçbir yeri hiçbir yere bağlamayan yollardır. En önemli ustalık ise, dağlarda kaybolmamaktır. Bu yollar yalnızca, buraları iyi tanıyan bölge halkı tarafından kullanıldığından, sapak tabelaları yoksa bundan kimse şikayetçi olmaz ve genellikle de yoktur. Olduğunda ise genellikle, ağaçların arasında gizlenmiş küçük tabelalardan ibarettir. Ağaçların arasındaki tabelayı atladıysanız, bu başkalarının değil, sizin sorununuzdur.
Otobüsle Trabzon'a dönerken, tampon tampona dizilmiş otomobillere bakıyorum. İçlerinde asık suratlar var. Arka koltukta çocuklar ağlıyor. Bu insanlara bir şeyler söylemenin bir yolu olmalı, fakat suratları asık ve aceleleri varmış gibi görünüyor, yani, bir yolu yok...