Fatih Sert
Forum Bağımlısı
- Kayıt
- 28 Haziran 2010
- Mesaj
- 666
- Tepki
- 2.887
- Şehir
- KONYA
Çıkabildiğin kadar güçlü olmak, gidebildiğin kadar hür olmak geçer mi bazen içinizden? “Siz oradaysanız her şeyin orada olduğu, siz yoksanız hiçbir şeyin bulunmadığı, kuşların kanat çırptığı sır yerlere, kendi kanatlarınızla uçmayı hayal ettiniz mi? Kendi sırrınızın peşinden koşup, hiç sır olmayı denediniz mi? Damarlarınızda dolaşan kanın coştuğunu, nefesinizle kalbinizin neşe içerisinde cilveleştiğini hissettiniz mi? Küçükken, “şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi.” diye el çırparak şarkı söyler, zıplaya zıplaya oyunla karışık arardık kaybettiğimizi. Bize kocaman bir dünya gibi gelen evimizin odaları, bahçemiz, sokağımız, kaybettiğimizi saklayan içinden çıkılmaz bir labirenti andırırdı. Bulduğumuzda mutlu olur, satamayan şeytana “oh olsun” derdik.
Babamın eskiciden alıp yenilettiği “pinokyo” bisikletimi, sınırları sokak başlarında biten parkurda bir o yana, bir bu yana sürer, tarifsiz bir neşenin limitlerini yaşardım. Sokağımızın caddeye açılan köşe başında, gelen geçen arabalara bakar, bir ileriye sürmeye cesaret edemediğim halimle, şeytan beni de alıp götürmesin diye dua ederdim. Şeytanın, bizlerden alıp götürdüğü, insana dair, özümüze dair, bizi biz yapan hasletlere dair ne varsa bulmak için gidebildiğim kadar uzağa, çıkabildiğim kadar yükseğe pedal basmak, sanki beden ile ruhumun amansız bir yarış içerisine girmesi gibiydi. Limitleri belirleyen bedenim, arayışının ilk adımlarında gezinen ruhumun taleplerine cevap verebilmek için, var gücüyle çalışıyordu. Bir sağlık ve formda olma azmiyle başlayan bu süreç, zamanla, adeta ruhumu tamir ile meşgul bir aktiviteye dönüşmüştü.
“Neden bisiklet?” sorusunun en güzel cevabını, yine bisikletin parçalarının arasında aramak lâzım. Pedallarında, tekerlerinde, selesinde… Belki de, sorunun en güzel cevabı, sessizliğinde saklı. Gidebilmek için size muhtaçlığında saklı. Götüreceği kişinin, kendisini götürmesinde saklı. Bisikletin sizi taşıdığı kadar, sizin de bisikleti taşımanızda saklı. Bisikletin mazlum ve mahzun bir hâli vardır. Mütevazi duruşu, aslında gizli bir gurur barındırır. Kimseye hissettirilmemeye ve saklanmaya çalışılan tatlı bir gurur. Herkes, bir arazi aracı veya motosiklet alıp gidebilir, lâkin herkes bir bisiklet alıp, “ben gidiyorum” diyerek gidemez. Depoya benzin doldurmak gibi değildir pedallara asılmak, direksiyon sallamak gibi değildir gidona ağırlığınızı vermek. Aslında bisiklet bir hiçtir, sizsinizdir her şey.
Günübirlik uzun yolculuklarda geçtiğiniz köylerde, üzerinize dikilen bakışlardan veya yüzlerdeki memnuniyet ifadelerinden çıkartırsınız hakkınızdaki kanaatleri. Biraz hayret, biraz takdir, biraz da acıma. Dedik ya, mazlumsunuz diye. Sessizce geçerken köy kahvesinin yanından, davetler alırsınız “hele bir soluklanın” sözleri eşliğinde. Merkezde siz varsınızdır. Tüm iltifatlar sizedir. İkramlar sizedir. Gürültüsüz, aheste, bir tavuğu bile ürkütmeyen halinizle kabul görürsünüz, yüreği zengin insanımızda. Siz gelirsiniz köye ve yine giden de siz olursunuz.
Bir pınar başında durduğunuzda, akan suyun berraklığına yüklersiniz yorgunluğunuzu. Serin suyun verdiği tadı hiçbir sofrada tatmadığınızı fark edersiniz. Arasına kaşar peyniri sıkılmış somun ekmeklerinizi ısırırken, “kuzum şunları da yiyivirin…” diyen teyzenin getirdiği taze domates ve biberleri katık edersiniz. Bu bir yakıt ikmalidir ve emisyon değeri sıfırdır. Yersiniz, içersiniz ve gidersiniz. Çalışan kaslarınız rüzgârın uğultusunu kesmez, dönen tekerler kuş seslerini bastırmaz ve geçişiniz cırcır böceklerini hiç rahatsız etmez, ötmeye devam ederler.
Bazen Beyşehir’ e, bazen Akören’ e, bazen de Kadınhanı’ na. Bazen göl manzaralı turlar düzenler, bazen iki günlük Akdeniz sahillerine manzaralı bir iniş. Gittiğiniz yerlerdeki ziyafetleri hak ettiğinizi düşünür, içten içe ve inceden inceye, bizim tabirimizle “gasalırsınız.” Yediğiniz her şeyden tat alır, aklınızdan hiçbir zaman “çok yedim” diye geçirmezsiniz. Yersiniz ve gidersiniz. Hani büyükler der ya “yarasın inş.” diye. Bundan daha iyi nasıl yarar ki?
Yatay özgürlüğün kesmediği zamanlarda, dikey özgürlük moduna geçiş yapar, rakımdan rakıma koşar, envaı çeşit kokular eşliğinde o yayla senin bu yayla benim, sanki dünyanın çıkış kapısını ararsınız. Aslında dünyadan çıkmışsınızdır da farkında değilsinizdir.
2300'lü metrelerde hızlı atmaya başlayan kalbiniz, kimsenin alamadığı, rüzgârın uzak diyarlardan getirdiği nefesler ile sükûnet bulur, zirveden inişin o tarifsiz heyecanı ile sabırsızlanırsınız. Toprak yollardan, patikalardan, keçi yollarından sanki çukura düşüyormuşçasına iner ve bir başka kapıdan tekrar dünyaya giriş yaparsınız. İki teker, bir kadro, işin özünde, fıtratımızı en çok sarandır, bize en çok yakışandır. Uzun yollardan, serin dağlara uzanan, ömür oldukça yazılacak bir hikâyedir bu yolculuklar. Sokak aralarından parklara, şehir caddelerinden köy yollarına, bahçelerden dağlara, insanın kendisine ve topluma yaptığı en geri dönüşümlü iyiliktir bisiklet.
Bazen odamın penceresinden işlek caddeye bakar, gözlerimi kapar, tüm arabaların, otobüslerin sesini kısar, bisikletli insanları hayal ederim. Sessizliğin esir aldığı bir şehri hayal etmek güçtür ama her şey hayalle başlar. Bazen dostlarım, benim hayalime gönderme yaparken sözlerine genelde “..ne zamanki insanlar lüks arabalarını evinde bırakıp, bisikleti tercih eder olurlar..” diye başlarlardı. Ben de “ama fıtrat genelde zararlı olanı tercihe meyillidir..” diye devam ederdim. İnsanıyla bisiklet barışıktır. Dağlarla, köylerle, yaylalarla barışıktır. Lâkin şehirle barışmayı bir türlü sağlayamamış bisiklet, dağlarda ve köylerde elde ettiği gururu, maalesef şehir caddelerinde kaybetmektedir.
Mahzunluğuna ve mağlupluğuna hep geri dönmektedir. Mecburiyetten dolaştığı sokaklarda ise hep mahçup hali ile caddeye ve meydanlara çıkacağı günleri beklemektedir. Bisiklet bir kültürdür. İhtiyaçların ve mecburiyetlerin belirlediği bir kültürleşme sürecinden kurtarıp, bir şehrin medeniyet yaklaşımı olarak bisiklete bakabilirsek ve projeler geliştirebilirsek, işte o zaman şehirle bisiklet barışabilir. Şehrin direncini kıracak olan da budur.
Bol pedallı günler.
Babamın eskiciden alıp yenilettiği “pinokyo” bisikletimi, sınırları sokak başlarında biten parkurda bir o yana, bir bu yana sürer, tarifsiz bir neşenin limitlerini yaşardım. Sokağımızın caddeye açılan köşe başında, gelen geçen arabalara bakar, bir ileriye sürmeye cesaret edemediğim halimle, şeytan beni de alıp götürmesin diye dua ederdim. Şeytanın, bizlerden alıp götürdüğü, insana dair, özümüze dair, bizi biz yapan hasletlere dair ne varsa bulmak için gidebildiğim kadar uzağa, çıkabildiğim kadar yükseğe pedal basmak, sanki beden ile ruhumun amansız bir yarış içerisine girmesi gibiydi. Limitleri belirleyen bedenim, arayışının ilk adımlarında gezinen ruhumun taleplerine cevap verebilmek için, var gücüyle çalışıyordu. Bir sağlık ve formda olma azmiyle başlayan bu süreç, zamanla, adeta ruhumu tamir ile meşgul bir aktiviteye dönüşmüştü.
“Neden bisiklet?” sorusunun en güzel cevabını, yine bisikletin parçalarının arasında aramak lâzım. Pedallarında, tekerlerinde, selesinde… Belki de, sorunun en güzel cevabı, sessizliğinde saklı. Gidebilmek için size muhtaçlığında saklı. Götüreceği kişinin, kendisini götürmesinde saklı. Bisikletin sizi taşıdığı kadar, sizin de bisikleti taşımanızda saklı. Bisikletin mazlum ve mahzun bir hâli vardır. Mütevazi duruşu, aslında gizli bir gurur barındırır. Kimseye hissettirilmemeye ve saklanmaya çalışılan tatlı bir gurur. Herkes, bir arazi aracı veya motosiklet alıp gidebilir, lâkin herkes bir bisiklet alıp, “ben gidiyorum” diyerek gidemez. Depoya benzin doldurmak gibi değildir pedallara asılmak, direksiyon sallamak gibi değildir gidona ağırlığınızı vermek. Aslında bisiklet bir hiçtir, sizsinizdir her şey.
Günübirlik uzun yolculuklarda geçtiğiniz köylerde, üzerinize dikilen bakışlardan veya yüzlerdeki memnuniyet ifadelerinden çıkartırsınız hakkınızdaki kanaatleri. Biraz hayret, biraz takdir, biraz da acıma. Dedik ya, mazlumsunuz diye. Sessizce geçerken köy kahvesinin yanından, davetler alırsınız “hele bir soluklanın” sözleri eşliğinde. Merkezde siz varsınızdır. Tüm iltifatlar sizedir. İkramlar sizedir. Gürültüsüz, aheste, bir tavuğu bile ürkütmeyen halinizle kabul görürsünüz, yüreği zengin insanımızda. Siz gelirsiniz köye ve yine giden de siz olursunuz.
Bir pınar başında durduğunuzda, akan suyun berraklığına yüklersiniz yorgunluğunuzu. Serin suyun verdiği tadı hiçbir sofrada tatmadığınızı fark edersiniz. Arasına kaşar peyniri sıkılmış somun ekmeklerinizi ısırırken, “kuzum şunları da yiyivirin…” diyen teyzenin getirdiği taze domates ve biberleri katık edersiniz. Bu bir yakıt ikmalidir ve emisyon değeri sıfırdır. Yersiniz, içersiniz ve gidersiniz. Çalışan kaslarınız rüzgârın uğultusunu kesmez, dönen tekerler kuş seslerini bastırmaz ve geçişiniz cırcır böceklerini hiç rahatsız etmez, ötmeye devam ederler.
Bazen Beyşehir’ e, bazen Akören’ e, bazen de Kadınhanı’ na. Bazen göl manzaralı turlar düzenler, bazen iki günlük Akdeniz sahillerine manzaralı bir iniş. Gittiğiniz yerlerdeki ziyafetleri hak ettiğinizi düşünür, içten içe ve inceden inceye, bizim tabirimizle “gasalırsınız.” Yediğiniz her şeyden tat alır, aklınızdan hiçbir zaman “çok yedim” diye geçirmezsiniz. Yersiniz ve gidersiniz. Hani büyükler der ya “yarasın inş.” diye. Bundan daha iyi nasıl yarar ki?
Yatay özgürlüğün kesmediği zamanlarda, dikey özgürlük moduna geçiş yapar, rakımdan rakıma koşar, envaı çeşit kokular eşliğinde o yayla senin bu yayla benim, sanki dünyanın çıkış kapısını ararsınız. Aslında dünyadan çıkmışsınızdır da farkında değilsinizdir.
2300'lü metrelerde hızlı atmaya başlayan kalbiniz, kimsenin alamadığı, rüzgârın uzak diyarlardan getirdiği nefesler ile sükûnet bulur, zirveden inişin o tarifsiz heyecanı ile sabırsızlanırsınız. Toprak yollardan, patikalardan, keçi yollarından sanki çukura düşüyormuşçasına iner ve bir başka kapıdan tekrar dünyaya giriş yaparsınız. İki teker, bir kadro, işin özünde, fıtratımızı en çok sarandır, bize en çok yakışandır. Uzun yollardan, serin dağlara uzanan, ömür oldukça yazılacak bir hikâyedir bu yolculuklar. Sokak aralarından parklara, şehir caddelerinden köy yollarına, bahçelerden dağlara, insanın kendisine ve topluma yaptığı en geri dönüşümlü iyiliktir bisiklet.
Bazen odamın penceresinden işlek caddeye bakar, gözlerimi kapar, tüm arabaların, otobüslerin sesini kısar, bisikletli insanları hayal ederim. Sessizliğin esir aldığı bir şehri hayal etmek güçtür ama her şey hayalle başlar. Bazen dostlarım, benim hayalime gönderme yaparken sözlerine genelde “..ne zamanki insanlar lüks arabalarını evinde bırakıp, bisikleti tercih eder olurlar..” diye başlarlardı. Ben de “ama fıtrat genelde zararlı olanı tercihe meyillidir..” diye devam ederdim. İnsanıyla bisiklet barışıktır. Dağlarla, köylerle, yaylalarla barışıktır. Lâkin şehirle barışmayı bir türlü sağlayamamış bisiklet, dağlarda ve köylerde elde ettiği gururu, maalesef şehir caddelerinde kaybetmektedir.
Mahzunluğuna ve mağlupluğuna hep geri dönmektedir. Mecburiyetten dolaştığı sokaklarda ise hep mahçup hali ile caddeye ve meydanlara çıkacağı günleri beklemektedir. Bisiklet bir kültürdür. İhtiyaçların ve mecburiyetlerin belirlediği bir kültürleşme sürecinden kurtarıp, bir şehrin medeniyet yaklaşımı olarak bisiklete bakabilirsek ve projeler geliştirebilirsek, işte o zaman şehirle bisiklet barışabilir. Şehrin direncini kıracak olan da budur.
Bol pedallı günler.