ibrahim Kızılkaya
Daimi Üye
- Kayıt
- 24 Ekim 2007
- Mesaj
- 293
- Tepki
- 1.003
- Şehir
- Bursa
1.GÜN
Yıllardır Edremit körfezinin çeşitli noktalarından iç geçirerek izlerdim Midilli’yi. Bazen sislerin içinde ulaşılmazdı, bazen yüzerek gidilebilirmiş gibi gelirdi gözüme. Kaç gece Midilli’nin uzayan ışıkları salınarak değmişti kumsala uzattığım ayaklarıma.. Assos’ta, Küçükkuyu’da ve Cunda’da. Kaç zamandır hayalini kurmuştum suyun öte kıyısında pedal basmanın. Bu yüzden İzmir Bisiklet Derneği’nin düzenlediği turun haberini aldığımda çocuklar gibiydim, sevindim.
Assos’tan Midilli’nin görünüşü, bisiklet rotamız
Hızla hazırlıkları tamamlamıştık ve buluşma sabahı erkenden hazırdık iskelede. Pasaport işlemleri yavaştı ve biz bir an önce ulaşmak istiyorduk tam karşımızdaki Midilli’ye. Özenle yerleştirdik bisikletlerimizi feribota. Uykusuz, yorgun ama çok coşkuluyduk. Feribotun ardında bıraktığı bembeyaz köpükler deniz gibi yüreğimizi de kabarttı yeterince. Sabah güneşinin ısıttığı Cunda’ya paralel ilerlerken, denizde oynaşıyordu yunuslar. Bir süre izledik keyifle. Anakaradan Ege’nin pürüzsüz lacivertliğini yararak tam yol ilerlerken sıkı bir sohbeti koyulaştırmıştım bile kaptanla Yunan adaları üstüne. Sarp dağları belirdi ilk önce Midilli’nin, ardından Mytilini şehrinin çok şeylere tanık kalesi. Küçük burnu döndüğümüzde sakin bir liman çıkıverdi önümüze. İşte tam karşımızda tüm gizemiyle Mytilini.
Limana serili ilaçlı battaniyeye basarak girdik pasaport kontrolüne. Ayvalık’a göre daha çabuk tamamlandı işlemlerimiz. Adalı bisikletçi dostlarımızla kucaklaştık. Önde motosikletli polis eskortu, ardında adalı bisikletli rehberlerimiz ve biz. Meraklı bakışlara meraklı bakışlarla karşılık verirken baştan başa geçtik Mytilini’yi. Şehirden çıkar çıkmaz oldukça düzgün ve çizgileri yeni çizilmiş bir yolda tırmanışa başladık. Daha ilk kilometrelerde sürücülerin bisikletçilere gösterdikleri saygı ve özen kaçmadı dikkatimizden. Tur boyu defalarca bu saygıyı gözlemledik. Henüz üç-beş kilometre pedal basmış olmamıza karşın, sıfırdan 160 kotlarına çıkmıştık bile. Adanın apik ve engebeli arazisi hakkında ilk bilgilerimiz oluşmaya başlamıştı böylece. Önümüzdeki rotanın öyle çok ta kolay olmayacağının ilk ipuçlarıydı bu gözlem..
Yükseldikçe genişleyen ufuklarımızda daha da güzel görünmeye başladı Midilli gözümüze. Sağımızda ve solumuzda uzanan nefis çam ormanlarını geçtik. Su takviyesi yapmak üzere girdiğimiz benzin istasyonunda benzin almakta olan bir adalı, Türk olduğumuzu öğrenince bütün ekibin su paralarını ödemek için seslendi görevliye.
Sonrasında düştük tekrar yollara. Solumuzda adanın iki iç denizinden küçük olanı, yani Giera körfezi hızla iniş yaptığımız rotadan muhteşem gözüküyordu. Bir an Ekincik’ten Köyceyiz’e inişe benzettim bu açıyı.. O kadar tanıdıktı ki topoğrafya, çamlar ve zeytinlikler ve havaya yayılan kokular ile bir an kendimi ülkemde hissettim.Yüklü bisikletlerimize aldırmadan dilimde Ege türküleri keyifle yüklendim pedala.
Körfezin kuzeyine koşut uzayan dümdüz yolda daha da belirginleşti kokular. Katırtırnakları atmosferi saran baskın kokularıyla sapsarı uzanıyordu yol boyunca. Arsızca çektim içime. Hanımelleri, tek tük ıhlamurlar, iğdeler, yaseminler, fulyalar, yol boylarında başıboş açmış zakkumlar, yabani biberiyeler, kekikler, köy evlerinin bahçelerindeki renk renk sardunyalar burnumun direğini sızlatırcasına bir armoni oluşturuyordu. Adanın kendine özgü bir kokusu vardı ve ben çok etkilendim bu kokudan.
Giera körfezinin kuzey batısında yol deniz kotuyla birleşti. Ardından küçük küçük tırmanışlarla sonsuzluğa uzanıyordu sanki önümüzde. Katırtırnakları ve zakkum kokularıyla sıfırdan 223 kotlarına kadar yükseldik. Bir süre sırt hattında kıvrımlı yolda ilerlerken, adanın ikinci ve daha büyük iç denizi olan Kalloni körfezini, görülesi manzarasını izledik yukarılardan. Kalloni körfezi ve körfezin kuzeyindeki ova Tisiknias ırmağının deltasında oluşan bataklıkta pelikanlar, flamingolar ve daha bir çok kuş türüne doğal yaşam ortamı sağlıyordu besbelli. Yol üzerinde ve bataklık boyundaki derme çatma kuş gözlem kulelerinde bir çok gözlemciyi gözlemledik.
Yine deniz seviyesindeyiz. Mayısın bu günlerinde suları iyice azalmış Tsiknias nehrinin, üzerindeki köprüden geçerek ulaştık Kalloni’ye. Şehrin kısmen içinden geçerek kuzeydeki Petra’ya yöneldik. Yavaş yavaş ve zevkle tırmanıyorduk zeytinlikler arasında, genellikle S şeklindeki dik rampaları. Kavurucu güneş altında iyice gerginleşti bedenimiz ve su yetiştiremiyorduk kavrulan bedenimize.
Gürcan’la biraz börek atıştırdık koyu bir gölgelikte. Karen’le 28 yıllık yol arkadaşı yaşlı yarış bisikleti ve ortak tutkumuz üzerine sohbet ettik dik rampanın orta yerinde. Yorucu bir tırmanıştı Petra yolu ve deniz seviyesinden 263 kotlarına ulaşmıştık ki nefis Petra manzaralı kır kahvesi çıktı önümüze. Elimde benim kadar terli bardağımda buz gibi bir bira içtim eşsiz manzara eşliğinde. Bergama’dan H.İbrahim Abi, Erol Abi, İsmail, Karen, Sezginer Abi ve daha birkaç arkadaş manzaranın keyfini çıkarttık bir süre..
Üzerinde dans eden kadın resmi olan uzo ”Mini” “İzmir Kızları” olarak biliniyor adanın her yerinde. Tek bir kanat çırpışıyla millerce yol kat eden martılar ya da albatroslar gibi zeytinlikler arasından süzülerek indik Petra’nın bulunduğu körfeze..Küçük ve şirin bir balıkçı köyü Petra. Çarçabuk bir baştan bir başa geçtik Petra’yı. Daha 8-10 kmlik bir yol var ilk kamp yerimize. Petra limanını solumuzda bırakarak küçük bir rampa tırmandık. Birkaç viraj döndükten sonra geceleyeceğimiz Molivos’u gördük uzaktan. Adanın kuzey batısında ve bir dil gibi Ege’ye uzanan yarımadanın yamaçlarına kurulmuş bir yerleşim Molivos. Girişinden Molivos’u Fethiye Kayaköy’le özdeşleştirdim.19 ve 20.yüzyılın başlarından kalma binalarıyla geçmişi çağrıştırıyordu Molivos.
Petra çıkışından Molivos
Kentin girişindeki kavşakta bisikletli grup toplanırken 60 yaşlarındaki bir adam pet şişelerle su dağıtıyordu sevecenlikle. Gürcan’a sordum vali yardımcısı dedi. Çok şaşırdım.
Vali ve yardımcısı
Topluca gittik kampinge. Alışkın çabuklukta Ozan ve Kayhan’la yan yana çadırlarımızı kurduk. Günün yorgunluğunu bırakırken duşta keyifle Serenler zeybeğini mırıldanıyordum. Güneşin son ışıkları Molivos’un dar sokaklarını yalayarak terk ederken, Kalenin aydınlatması büyüleyici bir atmosfer oluşturdu kentin üzerinde. Balık ve bildik mezelerle reçinalı ada şarabını yudumlarken günün güzel ve yorucu yansımalarını okuyordum yeğenimin gözbebeklerinde...
Molivos’tan kareler
2.GÜN
Cıvıldaşan kuş sesleriyle dinlenmiş olarak uyandık kampingde. Çadırların birbirinden bağımsız kurulması için bitki duvarları ile bölünmüş bölgede de yoğundu katırtırnaklarının ve biberiyelerin baygın kokusu. Sabah serinliğinde çektim içime. Hızla çadırlarımızı toplarken mırıldandığım türkülere eşlik ediyordu ispinozlar, bülbüllerle sakalar. Yüklü bisikletlerimizle birkaç dakika sonra limana yakın toplanma yerindeydik. Renk renk sandallarla ve çiçeklerle süslenmiş küçük liman insanı bir çok düşün içine çekiyordu. Yunanlı bisikletçiler uykulu gözlerle karşıladılar bizi. Sabah kahvelerini içerken bisikletimdeki kamp yükünü neden takip eden araca vermediğimizi sordular. Mazoşist olduğumuzu söyledi Gürcan espriyle. Ardından Türkiye’de uzun turlar yaptığımızı, bu turlarda takip aracı falan olmadığını ve alışık olduğumuzu anlattı yüklü bisikletlere. Onaylayarak içten gülümsedi Yunanlı dostlar.
Topluca gittik kahvaltı yapacağımız adanın Babakale’ye bakan yüzündeki otelimize. Programa göre bugün Molivos-Skyaminea-Mantamados-Termi-Panagia ve Mytilini’ydi rotamız. Otelin önünden önce kıyıya paralel, ardından dağlara doğru zikzaklar çizerek yükselen toprak yol kaçmadı dikkatimizden. Bu yolun Skala Skyaminea’ya kadar olan bölümünün bozuk ve stabilize, oldukça da zorlu bir rota olduğunu söyledi Yunanlı bisikletçiler. Ayrıca, Skala Skyamine’de deniz seviyesinden birden 370 kotlarına yükselen zorlu bir çıkış olduğundan pek ilgi görmüyormuş bu rota. Babakale ve Assos kıyılarını Midilli’den seyrederek pedal basma fikri, lastik patlatma riskinin ve rampaların zorluğunun önüne geçti elbette. Gürcan tüm sorumluluğu bize teslim ederek özgür bıraktı sekiz bisikletçiyi. Gezi boyunca içtiğimiz sigaralara dil uzatan (!), güler yüzü ve güzel enerjisiyle tanımaktan keyif aldığım Bülent Bey de motosikletiyle katıldı bizlere..
Skala Skyaminea’ya doğru karşıda İda ve Babakale- Assos kıyıları
Kıyı boyu uzanan toprak yolda pedallarken gözüm sürekli karşı kıyıdaydı. Tıpkı birkaç yıl önce karşı kıyıdan şu an pedalladığım yerlere iç çekerek baktığım gibi. Toprak yol dikleşti önümüzde. Bisikletlerimizin ön tekerlekleri rampanın dikliğinden ve arkamızdaki yüklerden şaha kalktığı için zaptedilemez kısraklara dönüşmüştü. Yer yer elde sürmek zorunda kaldık şahlanan bisikletlerimizi. Biz yükseldikçe karşımızdaki İda dağı da sanki bize inat doruklarını daha da yükseltti. Zeus’un eviydi İda ve İda’nın zirvelerinde Zeus’u boşuna aradı gözlerim.
Rampayı kıvrıla kıvrıla ve toz toprak içinde indik. Bir ağılın yanından geçerken koyunların tıpkı karşıdaki koyunlar gibi kafalarını sıcaktan korumak için birbirlerinin bedenlerine sakladıklarını gözlemledik. İçgüdüsel davranışlar bürokrasi ve sınırları tanımıyordu işte! Yol tekrar deniz seviyesine inmişti ki Ozan’ın arka lastiği patladı. Bu zorunlu molada tamir ederken patlayan lastiği, denize bile girdik. Molivos çıkışından henüz 9 km yol almıştık ki Skala Skyamine’ye ulaştık. Küçük balıkçı barınağı, barınağın çevresindeki lokantaların deniz manzaralı masaları, hemen hemen hepsinin önünde iplere asılı ahtapotlar, yağhanesi ve taş yapılarıyla Kekova’da Üçağız’a benziyordu Skala Skyamine.
Skala Skyamine'de
Sularımızı yedekleyerek dar sokakların taş kaldırımlarından geçerken önümüzde duvar gibi dikleşen rota çıkışın ne denli zor olacağının da habercisiydi. Skyamine ana yerleşimi ufukta bir kartal yuvası gibi gözüküyordu gözümüze. Dimdik yamacı kıvrıla kıvrıla çıkarken yer yer yüzde 20’leri geçen eğim hepimizi epeyce terletti. Yükseldikçe daha da genişledi ufkumuz. Yer gök zeytinlik oldu. Söylendiğine göre 12 milyonun üzerindeymiş adadaki zeytin ağaçları ve yıllık zeytinyağı üretimi de 50 bin tonun üzerinde. Türkiye’nin yıllık toplam zeytinyağı üretiminin 150 bin ton civarlarında olduğunu bilmek adadaki zeytinciliğin gelişmişliği hakkında yeterince fikir veriyor insana.
375 kotlarına ulaştığımızda sıcaktan buharlaşmak üzereydik. Sırt hattında bir süre ilerledik. Masmaviydi Ege ve bütünleşmişti gökyüzüyle. Adalıların trafik kazalarından sonra kaza yerinde yaptıkları anma ve uyarı amaçlı küçük anıtlar iki gündür dikkatimizi çekiyordu yol kenarlarında. Yine böyle bir anıtın yakınında yemek molası verdik. Meyve sularımız ve tostlarımızla birkaç portakalı afiyetle tükettik. Topoğrafyaya göre kilometrelerce iniş gözüküyordu önümüzde. Hızla ve peş peşe süzüldük Mantamados’a kadar. Küçük bir şehir turu atarak sığındık kilisenin bahçesindeki kestane ve çınar ağaçlarının koyu gölgeliğine. Güneşin en dik saatleriydi, günlerden de Pazar. Alev kusan taş sokaklar da boştu Mantamodas’ta, kilise de.
Kilisenin bahçesinde Serpil’i bekledik. Oysa birkaç yüz metre ileride köy lokantasının bahçesine çıkmışlar bir başka alev kusan sokaktan. Öğle rakısını içen yaşlı bir Rum, Türk olduğunu öğrenince Serpil’e uzo hediye etmiş. Hediyesini özenle taşıdı bisikletinde. Küçük bir rampayla çıktık Mantamodas’tan. Hedefimiz deniz kenarındaki Termi. Yine açtık kanatlarımızı ve denize kadar yeniden süzüldük. Termi’yi geçer geçmez buluştuk diğer rotadan gelen ekiple. Deniz molasının ardından topluca girdik Mytilini’ye. Gümrük binasının önünden geçerek liman caddesinin ortasındaki alana girdik alkışlarla. Kırmızı kurdeleli sertifikalarımızı aldık, ropörtajlar verdik ada televizyonuna.
Topluca Mytilini’nin havaalanı yolu üzerindeki otelimize gittik. Oda anahtarlarını bile almadan buz gibi havuza girdik. Gece eski limandaki bir kıyı lokantasında yerel yönetimin konuğuyduk yemekte. Uzolar içtik, halaylar çekip, sirtaki oynayıp, türküler söyledik. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen hemen arkamızdaki masadaki iki yaşlı Rum’un sert görünüşlü garsonla karşı masadan ikram olarak gönderdikleri kalamar ve uzoyu dostluğun şerefine tüketirken, Gökçeada’dan Tepeköylü Barba Yorgo’nun meyhanesinin duvarındaki şu dizeler düştü aklıma...
İki yabancı gibi,
Karşılıklı iki kıyıda,
Aynı rakıyla dumanlı kafaları
Dillerinde aynı şarkı,
Dudaklarında aynı tebessüm,
Kim inanır ki düşman olduklarına?
Barba YORGO
Yıllardır Edremit körfezinin çeşitli noktalarından iç geçirerek izlerdim Midilli’yi. Bazen sislerin içinde ulaşılmazdı, bazen yüzerek gidilebilirmiş gibi gelirdi gözüme. Kaç gece Midilli’nin uzayan ışıkları salınarak değmişti kumsala uzattığım ayaklarıma.. Assos’ta, Küçükkuyu’da ve Cunda’da. Kaç zamandır hayalini kurmuştum suyun öte kıyısında pedal basmanın. Bu yüzden İzmir Bisiklet Derneği’nin düzenlediği turun haberini aldığımda çocuklar gibiydim, sevindim.
Assos’tan Midilli’nin görünüşü, bisiklet rotamız
Hızla hazırlıkları tamamlamıştık ve buluşma sabahı erkenden hazırdık iskelede. Pasaport işlemleri yavaştı ve biz bir an önce ulaşmak istiyorduk tam karşımızdaki Midilli’ye. Özenle yerleştirdik bisikletlerimizi feribota. Uykusuz, yorgun ama çok coşkuluyduk. Feribotun ardında bıraktığı bembeyaz köpükler deniz gibi yüreğimizi de kabarttı yeterince. Sabah güneşinin ısıttığı Cunda’ya paralel ilerlerken, denizde oynaşıyordu yunuslar. Bir süre izledik keyifle. Anakaradan Ege’nin pürüzsüz lacivertliğini yararak tam yol ilerlerken sıkı bir sohbeti koyulaştırmıştım bile kaptanla Yunan adaları üstüne. Sarp dağları belirdi ilk önce Midilli’nin, ardından Mytilini şehrinin çok şeylere tanık kalesi. Küçük burnu döndüğümüzde sakin bir liman çıkıverdi önümüze. İşte tam karşımızda tüm gizemiyle Mytilini.
Limana serili ilaçlı battaniyeye basarak girdik pasaport kontrolüne. Ayvalık’a göre daha çabuk tamamlandı işlemlerimiz. Adalı bisikletçi dostlarımızla kucaklaştık. Önde motosikletli polis eskortu, ardında adalı bisikletli rehberlerimiz ve biz. Meraklı bakışlara meraklı bakışlarla karşılık verirken baştan başa geçtik Mytilini’yi. Şehirden çıkar çıkmaz oldukça düzgün ve çizgileri yeni çizilmiş bir yolda tırmanışa başladık. Daha ilk kilometrelerde sürücülerin bisikletçilere gösterdikleri saygı ve özen kaçmadı dikkatimizden. Tur boyu defalarca bu saygıyı gözlemledik. Henüz üç-beş kilometre pedal basmış olmamıza karşın, sıfırdan 160 kotlarına çıkmıştık bile. Adanın apik ve engebeli arazisi hakkında ilk bilgilerimiz oluşmaya başlamıştı böylece. Önümüzdeki rotanın öyle çok ta kolay olmayacağının ilk ipuçlarıydı bu gözlem..
Yükseldikçe genişleyen ufuklarımızda daha da güzel görünmeye başladı Midilli gözümüze. Sağımızda ve solumuzda uzanan nefis çam ormanlarını geçtik. Su takviyesi yapmak üzere girdiğimiz benzin istasyonunda benzin almakta olan bir adalı, Türk olduğumuzu öğrenince bütün ekibin su paralarını ödemek için seslendi görevliye.
Sonrasında düştük tekrar yollara. Solumuzda adanın iki iç denizinden küçük olanı, yani Giera körfezi hızla iniş yaptığımız rotadan muhteşem gözüküyordu. Bir an Ekincik’ten Köyceyiz’e inişe benzettim bu açıyı.. O kadar tanıdıktı ki topoğrafya, çamlar ve zeytinlikler ve havaya yayılan kokular ile bir an kendimi ülkemde hissettim.Yüklü bisikletlerimize aldırmadan dilimde Ege türküleri keyifle yüklendim pedala.
Körfezin kuzeyine koşut uzayan dümdüz yolda daha da belirginleşti kokular. Katırtırnakları atmosferi saran baskın kokularıyla sapsarı uzanıyordu yol boyunca. Arsızca çektim içime. Hanımelleri, tek tük ıhlamurlar, iğdeler, yaseminler, fulyalar, yol boylarında başıboş açmış zakkumlar, yabani biberiyeler, kekikler, köy evlerinin bahçelerindeki renk renk sardunyalar burnumun direğini sızlatırcasına bir armoni oluşturuyordu. Adanın kendine özgü bir kokusu vardı ve ben çok etkilendim bu kokudan.
Giera körfezinin kuzey batısında yol deniz kotuyla birleşti. Ardından küçük küçük tırmanışlarla sonsuzluğa uzanıyordu sanki önümüzde. Katırtırnakları ve zakkum kokularıyla sıfırdan 223 kotlarına kadar yükseldik. Bir süre sırt hattında kıvrımlı yolda ilerlerken, adanın ikinci ve daha büyük iç denizi olan Kalloni körfezini, görülesi manzarasını izledik yukarılardan. Kalloni körfezi ve körfezin kuzeyindeki ova Tisiknias ırmağının deltasında oluşan bataklıkta pelikanlar, flamingolar ve daha bir çok kuş türüne doğal yaşam ortamı sağlıyordu besbelli. Yol üzerinde ve bataklık boyundaki derme çatma kuş gözlem kulelerinde bir çok gözlemciyi gözlemledik.
Yine deniz seviyesindeyiz. Mayısın bu günlerinde suları iyice azalmış Tsiknias nehrinin, üzerindeki köprüden geçerek ulaştık Kalloni’ye. Şehrin kısmen içinden geçerek kuzeydeki Petra’ya yöneldik. Yavaş yavaş ve zevkle tırmanıyorduk zeytinlikler arasında, genellikle S şeklindeki dik rampaları. Kavurucu güneş altında iyice gerginleşti bedenimiz ve su yetiştiremiyorduk kavrulan bedenimize.
Gürcan’la biraz börek atıştırdık koyu bir gölgelikte. Karen’le 28 yıllık yol arkadaşı yaşlı yarış bisikleti ve ortak tutkumuz üzerine sohbet ettik dik rampanın orta yerinde. Yorucu bir tırmanıştı Petra yolu ve deniz seviyesinden 263 kotlarına ulaşmıştık ki nefis Petra manzaralı kır kahvesi çıktı önümüze. Elimde benim kadar terli bardağımda buz gibi bir bira içtim eşsiz manzara eşliğinde. Bergama’dan H.İbrahim Abi, Erol Abi, İsmail, Karen, Sezginer Abi ve daha birkaç arkadaş manzaranın keyfini çıkarttık bir süre..
Üzerinde dans eden kadın resmi olan uzo ”Mini” “İzmir Kızları” olarak biliniyor adanın her yerinde. Tek bir kanat çırpışıyla millerce yol kat eden martılar ya da albatroslar gibi zeytinlikler arasından süzülerek indik Petra’nın bulunduğu körfeze..Küçük ve şirin bir balıkçı köyü Petra. Çarçabuk bir baştan bir başa geçtik Petra’yı. Daha 8-10 kmlik bir yol var ilk kamp yerimize. Petra limanını solumuzda bırakarak küçük bir rampa tırmandık. Birkaç viraj döndükten sonra geceleyeceğimiz Molivos’u gördük uzaktan. Adanın kuzey batısında ve bir dil gibi Ege’ye uzanan yarımadanın yamaçlarına kurulmuş bir yerleşim Molivos. Girişinden Molivos’u Fethiye Kayaköy’le özdeşleştirdim.19 ve 20.yüzyılın başlarından kalma binalarıyla geçmişi çağrıştırıyordu Molivos.
Petra çıkışından Molivos
Kentin girişindeki kavşakta bisikletli grup toplanırken 60 yaşlarındaki bir adam pet şişelerle su dağıtıyordu sevecenlikle. Gürcan’a sordum vali yardımcısı dedi. Çok şaşırdım.
Vali ve yardımcısı
Topluca gittik kampinge. Alışkın çabuklukta Ozan ve Kayhan’la yan yana çadırlarımızı kurduk. Günün yorgunluğunu bırakırken duşta keyifle Serenler zeybeğini mırıldanıyordum. Güneşin son ışıkları Molivos’un dar sokaklarını yalayarak terk ederken, Kalenin aydınlatması büyüleyici bir atmosfer oluşturdu kentin üzerinde. Balık ve bildik mezelerle reçinalı ada şarabını yudumlarken günün güzel ve yorucu yansımalarını okuyordum yeğenimin gözbebeklerinde...
Molivos’tan kareler
2.GÜN
Cıvıldaşan kuş sesleriyle dinlenmiş olarak uyandık kampingde. Çadırların birbirinden bağımsız kurulması için bitki duvarları ile bölünmüş bölgede de yoğundu katırtırnaklarının ve biberiyelerin baygın kokusu. Sabah serinliğinde çektim içime. Hızla çadırlarımızı toplarken mırıldandığım türkülere eşlik ediyordu ispinozlar, bülbüllerle sakalar. Yüklü bisikletlerimizle birkaç dakika sonra limana yakın toplanma yerindeydik. Renk renk sandallarla ve çiçeklerle süslenmiş küçük liman insanı bir çok düşün içine çekiyordu. Yunanlı bisikletçiler uykulu gözlerle karşıladılar bizi. Sabah kahvelerini içerken bisikletimdeki kamp yükünü neden takip eden araca vermediğimizi sordular. Mazoşist olduğumuzu söyledi Gürcan espriyle. Ardından Türkiye’de uzun turlar yaptığımızı, bu turlarda takip aracı falan olmadığını ve alışık olduğumuzu anlattı yüklü bisikletlere. Onaylayarak içten gülümsedi Yunanlı dostlar.
Topluca gittik kahvaltı yapacağımız adanın Babakale’ye bakan yüzündeki otelimize. Programa göre bugün Molivos-Skyaminea-Mantamados-Termi-Panagia ve Mytilini’ydi rotamız. Otelin önünden önce kıyıya paralel, ardından dağlara doğru zikzaklar çizerek yükselen toprak yol kaçmadı dikkatimizden. Bu yolun Skala Skyaminea’ya kadar olan bölümünün bozuk ve stabilize, oldukça da zorlu bir rota olduğunu söyledi Yunanlı bisikletçiler. Ayrıca, Skala Skyamine’de deniz seviyesinden birden 370 kotlarına yükselen zorlu bir çıkış olduğundan pek ilgi görmüyormuş bu rota. Babakale ve Assos kıyılarını Midilli’den seyrederek pedal basma fikri, lastik patlatma riskinin ve rampaların zorluğunun önüne geçti elbette. Gürcan tüm sorumluluğu bize teslim ederek özgür bıraktı sekiz bisikletçiyi. Gezi boyunca içtiğimiz sigaralara dil uzatan (!), güler yüzü ve güzel enerjisiyle tanımaktan keyif aldığım Bülent Bey de motosikletiyle katıldı bizlere..
Skala Skyaminea’ya doğru karşıda İda ve Babakale- Assos kıyıları
Kıyı boyu uzanan toprak yolda pedallarken gözüm sürekli karşı kıyıdaydı. Tıpkı birkaç yıl önce karşı kıyıdan şu an pedalladığım yerlere iç çekerek baktığım gibi. Toprak yol dikleşti önümüzde. Bisikletlerimizin ön tekerlekleri rampanın dikliğinden ve arkamızdaki yüklerden şaha kalktığı için zaptedilemez kısraklara dönüşmüştü. Yer yer elde sürmek zorunda kaldık şahlanan bisikletlerimizi. Biz yükseldikçe karşımızdaki İda dağı da sanki bize inat doruklarını daha da yükseltti. Zeus’un eviydi İda ve İda’nın zirvelerinde Zeus’u boşuna aradı gözlerim.
Rampayı kıvrıla kıvrıla ve toz toprak içinde indik. Bir ağılın yanından geçerken koyunların tıpkı karşıdaki koyunlar gibi kafalarını sıcaktan korumak için birbirlerinin bedenlerine sakladıklarını gözlemledik. İçgüdüsel davranışlar bürokrasi ve sınırları tanımıyordu işte! Yol tekrar deniz seviyesine inmişti ki Ozan’ın arka lastiği patladı. Bu zorunlu molada tamir ederken patlayan lastiği, denize bile girdik. Molivos çıkışından henüz 9 km yol almıştık ki Skala Skyamine’ye ulaştık. Küçük balıkçı barınağı, barınağın çevresindeki lokantaların deniz manzaralı masaları, hemen hemen hepsinin önünde iplere asılı ahtapotlar, yağhanesi ve taş yapılarıyla Kekova’da Üçağız’a benziyordu Skala Skyamine.
Skala Skyamine'de
Sularımızı yedekleyerek dar sokakların taş kaldırımlarından geçerken önümüzde duvar gibi dikleşen rota çıkışın ne denli zor olacağının da habercisiydi. Skyamine ana yerleşimi ufukta bir kartal yuvası gibi gözüküyordu gözümüze. Dimdik yamacı kıvrıla kıvrıla çıkarken yer yer yüzde 20’leri geçen eğim hepimizi epeyce terletti. Yükseldikçe daha da genişledi ufkumuz. Yer gök zeytinlik oldu. Söylendiğine göre 12 milyonun üzerindeymiş adadaki zeytin ağaçları ve yıllık zeytinyağı üretimi de 50 bin tonun üzerinde. Türkiye’nin yıllık toplam zeytinyağı üretiminin 150 bin ton civarlarında olduğunu bilmek adadaki zeytinciliğin gelişmişliği hakkında yeterince fikir veriyor insana.
375 kotlarına ulaştığımızda sıcaktan buharlaşmak üzereydik. Sırt hattında bir süre ilerledik. Masmaviydi Ege ve bütünleşmişti gökyüzüyle. Adalıların trafik kazalarından sonra kaza yerinde yaptıkları anma ve uyarı amaçlı küçük anıtlar iki gündür dikkatimizi çekiyordu yol kenarlarında. Yine böyle bir anıtın yakınında yemek molası verdik. Meyve sularımız ve tostlarımızla birkaç portakalı afiyetle tükettik. Topoğrafyaya göre kilometrelerce iniş gözüküyordu önümüzde. Hızla ve peş peşe süzüldük Mantamados’a kadar. Küçük bir şehir turu atarak sığındık kilisenin bahçesindeki kestane ve çınar ağaçlarının koyu gölgeliğine. Güneşin en dik saatleriydi, günlerden de Pazar. Alev kusan taş sokaklar da boştu Mantamodas’ta, kilise de.
Kilisenin bahçesinde Serpil’i bekledik. Oysa birkaç yüz metre ileride köy lokantasının bahçesine çıkmışlar bir başka alev kusan sokaktan. Öğle rakısını içen yaşlı bir Rum, Türk olduğunu öğrenince Serpil’e uzo hediye etmiş. Hediyesini özenle taşıdı bisikletinde. Küçük bir rampayla çıktık Mantamodas’tan. Hedefimiz deniz kenarındaki Termi. Yine açtık kanatlarımızı ve denize kadar yeniden süzüldük. Termi’yi geçer geçmez buluştuk diğer rotadan gelen ekiple. Deniz molasının ardından topluca girdik Mytilini’ye. Gümrük binasının önünden geçerek liman caddesinin ortasındaki alana girdik alkışlarla. Kırmızı kurdeleli sertifikalarımızı aldık, ropörtajlar verdik ada televizyonuna.
Topluca Mytilini’nin havaalanı yolu üzerindeki otelimize gittik. Oda anahtarlarını bile almadan buz gibi havuza girdik. Gece eski limandaki bir kıyı lokantasında yerel yönetimin konuğuyduk yemekte. Uzolar içtik, halaylar çekip, sirtaki oynayıp, türküler söyledik. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen hemen arkamızdaki masadaki iki yaşlı Rum’un sert görünüşlü garsonla karşı masadan ikram olarak gönderdikleri kalamar ve uzoyu dostluğun şerefine tüketirken, Gökçeada’dan Tepeköylü Barba Yorgo’nun meyhanesinin duvarındaki şu dizeler düştü aklıma...
İki yabancı gibi,
Karşılıklı iki kıyıda,
Aynı rakıyla dumanlı kafaları
Dillerinde aynı şarkı,
Dudaklarında aynı tebessüm,
Kim inanır ki düşman olduklarına?
Barba YORGO