Tekirdağ'dan başlayıp Karaburun'da bitirmeyi planladığım tura başlamış bulunmaktayım. Toplamda on günlük bir zaman düşünüyorum. Rotayı oluştururken Keşan-Gelibolu-Çanakkale şeklinde çizmiştim. Sonra sürekli gördüğüm yerler olması ve anayolların hiç de zevkli geçmeyeceğini göz önüne alarak ufak bir değişiklik yaptım. Roro ile Tekirdağ'dan Erdek'e geçtim. (Bu Roro firması için ayrı bir yazı yazılır ama şimdilik kalsın; mecbur kalınmadıkça asla kullanılmasını tavsiye etmiyorum.)
Yola çıkmadan önce ailemle ufak bir tartışma yaşadım. Daha doğrusu fikir ayrılığı diyelim. Yola tek başıma çıkmam ve konaklamalarımın da çadırda olması sebebiyle tedirginlik yaşadılar. Son güne kadar umutları vardı çıkmayacağım konusunda. Ama çok kararlıydım, bazı şeyler hayatta bir kere yapılır dedim ve gözümü kararttım. (Muhtemelen benimki ilk ve son olur.)
Gerçekten yorucu, birçok zorlukla karşılaşıyor insan ama ben yolda olmayı, yolda hissetmeyi seviyorum. Hayatı 90 m² eve tıkılıp yaşamak istemiyorum. Mabel Matiz'in "Yol benim yüreğim." derkenki hislerini paylaşıyorum.
Erdek'te iki gün kaldıktan sonra sabah çıkacağım Edincik yokuşuna hazırlık için sıkı bir kahvaltı edip yola çıktım:
Sıcağa kalmamak için ne kadar erken çıkmayı planlanlasam da 08.30'u buldu. Komoot'a göre yüzde on eğimle 190 metreye varan bir yokuş... Başlamadan önce artık gözümü nasıl korkuttuysam içim içimi yiyor.
Yokuş öncesi deniz seviyesinden son bir hatıra fotoğrafı:
Bölgeyi bilenler aşinadır, gözünüzün gördüğü her yerde zeytin ağaçları var. Onların gölgesinde üç-dört kez kısa dinlenmelerle yokuşu bitirdim:
Ve tabii buz gibi akan çeşmelerini de unutmamak lazım:
Edincik'e geldiğimde kalbim deli gibi atıyordu. Köyün misafirperver amcalarından gelen çay davetine hayır diyemeyip oturdum yanlarına. "Nereden gelip nereye gidiyorsun?"lar, mesleğim, cesaretim, azmim ve daha pek çok konudan sonra ayrılma vakti... O gün hedefim Biga'ya varmaktı. Haritaya göre Edincik ile kıyaslanamayacak ufak bir yokuş daha vardı ama köylüler yol dümdüz, ak git, dediler. Arabayla gidince bana da düz geliyor o ayrı.
Bu arada gözümü korkuttuğum kadar da yokmuş, yükle bile yavaş yavaş çıkabildim işte. Tabii ara ara bisiklet elde yürüdüm.
Anayolda yarım saat ilerledikten sonra çevirme yapan trafik polisine denk geldim. El işaretinin arkadan gelen araçlara olduğunu sanıyorken meğer banaymış. Kısa birkaç sorudan sonra anketimiz var, katılır mısınız dediler. Seve seve, dedim. Soru şu: KGM'den beklentileriniz? Bisiklet yolu dedim. Emin misiniz dedi, anayol çok güzel değil mi zaten? Takip ettiğim yurt dışı bisiklet kanallarının çoğunda motorlu taşıt yolundan ayrı, sadece bisiklet sürücülerinin kullanması için yapılan yolları gösterdim. Onlara mantıklı geldiğine emin değilim ama en azından not aldılar.
Saygısız sürücüler ve insanların emniyet şeridinde kırdığı şişeler sebebiyle anayolda bisiklet sürmenin zorlukları üzerine biraz konuştuk. Sonra iyi dileklerle yola yine devam...
İhtiyaç molası için durduğum camide yüzümü görünce azıcık korkmadım değil. Evden çıkarken güneş kremini unutmam sebebiyle özellikle göz altlarım fena güneş lekesi olmuş. İlk yerleşim yerinde ilk işim yüksek koruyuculu bir güneş kremi almak olacak. Lekeler için bir şey yapılabilir mi, artık eve dönünce bakacağım. Güneş demişken sürüşü en geç öğlen 12 gibi bırakıp akşam üzeri 4'e kadar gölgede matı serip dinleniyorum. İyi de bir rüzgar esiyor; bisiklet sürerken rüzgârı genelde sevmeyiz ya, ben iyi ki esiyor dedim. Onun serinliği de olmasa yol hiç çekilir gibi değil. Kilometre saatim şu an 37.5° gösteriyor sıcaklığı.
Biraz su durumundan bahsedeyim, rotam anayollar olduğu için sık sık köy ve yakıt istasyonlarından geçiyorum. Sabah çıkarken 1.5 litre su almıştım, hâlâ bitmedi. Evet, biraz az tüketmişim; daha dikkatli olmalı bu konuda çünkü aşırı su kaybediyoruz. Bittikçe tekrar alıyorum, 3-5 litre ağırlık yapmıyorum yani.
Bugünlük son olarak anayolda sürmenin benim için en büyük eksisinden bahsedeyim. İşlek bir yol olduğundan yanımdan vızır vızır araç geçiyor. Şu ana kadar sürücülerden yana olumsuz bir durum yaşamadım, şu yerli yersiz çaldıkları kornalar hariç. Araç kullanırken ben de bisiklet sürücüsüne rastladığımda bu tarz kornalar yapıyordum ama ne kadar can sıkıcı olduğunu bugün daha iyi anladım. Zaten trafik yoğunluğu ve araç gürültüsünden her gün başım çatlıyor, bir de bu kornalar eklenince çekilmez oluyor ağrı. (Migreni olan insanlar sanırım beni daha iyi anlayacaktır.) Rotayı keşke köy yollarından takip etsem diyorum ama o tarafta da işin eğim rengi değişiyor; gözüm kesmiyor. Hülasa anayolda sürmek aşırı sıkıcı. Doğadan uzak, egzoz dumanları içinde başınızda ağrıyla ilerlemek... Konakladığım yerde bu durumu tekrar gözden geçireceğim. Tecrübeli olan arkadaşlar fikir verebilse ne güzel olurdu.