Bu kuşak gruplamasına göre ben 1949'lu olarak sanırım V kuşağında olmam gerekir. Bize politik geçmişimize bakarak 68 kuşağı da denir aslında. Neyse, yani XYZ değiliz sonuçta. X'in doğrudan anababasıyız
Olayı bisiklete getirirsek, 1950'lerde ilkokulda anne babamızın 28 jant bisikletine ayakta binmekle işe başladık. O zamanlar market bisikleti yoktu. Önden pedallı bebek bisikletinden sonra 24 v e 26 jant bisikletler olurdu çocuklar ve gençler için, ama onlar da çok pahalıydı. Annebabalar ancak ortaokul bitirme hediyesi olarak düşünürlerdi çocuklarına böyle bir bisiklet hediye etmeyi. Öyle oyuncak alır gibi karne hediyesi falan olmazdı bisiklet.
Evet bisiklet çocuklar için erişilmesi zor bir şeydi ama 1950'lerin İzmit'inde işe gidip gelmeler hep bisikletle olurdu. Şehrin öbür ucunda oturan işçiler de SEKA'daki işlerine 28 jant sağlam demir kadrolu, kimi üstte çift borulu bisikletleri (bugün hizmet bisikleti deniyor, postacılara ithafen) ile gidip gelirlerdi. Fabrikanın cümle ve diğer kapılarında çift sıralı bisiklet askıları vardı.
O demir bisikletler de çok az bakım gerektirirdi. Şehirde hatırladığım kadarıyla 2 bisiklet tamircisi vardı o kadar. Vitessiz, "çubuk frenli" geniş çelik jantlı, sert lastikli bisikletler fazla da bakım istemezdi zaten. Ben ilkokulda "Çok Delikli Bisiklet" anahtarı, bir tane düz tornavida, bir pense ve bir çekiçle bisikletin her yerini söküp takardım. Zamanı geldiğinde lacivert olan boyasını biraz zımparalayıp, elimde fırça, sentetik metal boyası ile siyaha boyar, birkaç yıl sonra o renkten sıkılınca tekrar zımparalar siyah yapardım. Ne güzel de parlardı o boyalar ilk sürüldüklerinde... Bu arada bisikletimin de annemin lisede kullandığı 28 jant kız bisikleti olduğunu belirteyim.
Pejo bisikletlerin gelmesiyle birden 26 jant bisikletler gün ışığına çıktı. Ne muhteşem şeydi onlar... Üç vites, tel fren ve tıkır tıkır işleyen bir bisiklet. Lastikler dolma lastikti. İçi dolu olduğu için değil, kalın oldukları için öyle derdik. Bugünün 1,75 ebadına falan denk gelirdi aşağı yukarı. Bu pejolar tam bir hava atma aleti olmuştu var olabildikleri mahallelerde. Hele pejo sahibi kızlara yanaşmak yürek isterdi. Fabrika lojmanlar mahallemizde vals yaparcasına sürerlerdi bisikletlerini. Güneş batarken onları yanan ön farlari ve arka ışıkları ile seyrederken acaba sürücülerine mi yoksa bisikletlerine mi "meftun" bakardım bilemiyorum.
Sonra abime ingiliz malı ICM Record diye bir bisiklet aldılar, ortaokulu birincilikle bitirdiği için. Göbekten 3 vitesli ve göbekten dinamolu. O zamanlar tabiki dağ bisikleti diye bir şey yoktu. Bebe bisikletleri dışında 3 tür bisiklet vardı artık. 1. Ulaşım-Hizmet bisikletleri, 2. Yarış bisikletleri, 3. Gençler gezsin dolaşsın diye 26 veya 24 jant bisikletler.
Bir gün arkadaşlar koşarak gelip, olum gelsene bi abi gelmiş acaip bisikleti var diye. Koştum tabi ben de. Biskletin selesi neredeyse omzuma geliyor, acaip bir şey. Seleye dokundum tahta gibi, ama ince uzun, olağanüstü zarif. Gıpta ile baktığımız 26 jant pejolardan farklı olarak sadece arkada değil ön dişlide de vites var. İki tane kocaman dişli takmışlar. Gidon aşağı doğru kıvrılyor ve seleye göre çok aşağıda. O zamana kadar bu tür bisiklteleri gazetelerdeki yarış haberlerinde görüyorduk, uzaktan çekilmiş resimlerde. Ama sahicisine dokunmak apayrı bir duyguydu. Bisikletin sahibinin yarışçı olduğunu söylemişlerdi, ama bisikletten o kadar etkilenmiştim ki, kim olduğu hiç aklımda kalmamış. Her durumda Rıfat Çalışkan değildi, yoksa idolümdü o.
O zamanlar bisiklet yarışları bugün olduğundan daha fazla ilgi çekerdi. Gazetelerde turlu yarışlar gün be gün yer alırdı. Marmara ve Konya bölgeleri iyiydi, sonra Ankara, Kayseri falan da devreye girdi. Yarışçılar da tanınırdı. Kimse koca koca adamlar çocuklar gibi bisiklete biniyor demezdi. Yolda, senin ne işin var burada diye aklınca azarlayan da olmazdı. İzmit'ten Derince'ye (şimdi Körfez), Gölcük'e pedallardım bazen tek başıma. Yanıma pompamı, delikli bisiklet anahtarımı, siliksiyon (solüsyona öyle derdik) tüpümü ve yama lastiğimi almayı ihmal etmezdim. Delikli anahtar zaten lastik için levye olarak da işe yarardı. Beraber olduğumuzda abim göbekten 3 vitesli ile keyifle pedallarken ben arkasında 28 jantlık külçe ile ahlaya puflaya yetişmeye çalışırdım.
Sonra bir ara İstanbul'a taşındık. Taksim-Elmadağ da oturuyoruz. Maçka ve Dolmabahçe yokuşları benim için tam bir meydan okumaydı. Hele Sarıyer'den dönüşte o bitmez Hacıosman Bayırı. Zordu ama keyif verirdi... Ben 45 kilo, bisikletim 18 kilo, vitessiz ve çubuk frenleri ile. İstanbul'da o tarihlerde en büyük dert ehliyet ve plaka idi. Plakasız bisikletleri belediye zabıtası işportacı tezgahını topladıkları kamyonetlerin kasasına atıp götürülerdi. Benim 1938 tarihli Miele bisikletime ruhsat ve plaka alabilmem faturası olmadığı için mümkün gözükmüyordu. Ama bizim gibi ülklerde terslikler yaratılır ve çözümleri de ardından gelir. Beyazıt'taki bit pazarının yolunu tutarsınız, gazocağı, demir parmaklık satan bir dükkandan bisikletin 2. el satış faturasını alırsınız, iş hallolur. Sonra da Karaköy'deki Emniyet Müdürlüğüne gider plaka çıkarttırır, ehliyet sınavı için gün alırsınız. Yıl 1962, yaşım daha 13, ehliyet sınavına girer, gösterilen trafik levhalarının ne olduğunu sözlü sınavda söyler, aferin alıp bisiklet ehliyete hak kazanırsınız. Okul karnesinden sonra ilk kazandığım resmi belge olmuştur o ehliyetim. Sonrası kim tutar beni. İstanbul kazan ben kepçe...
Abim Avusturya'ya burslu üniversite okumaya gidince onun bisikleti de bana kaldı. Ama evci yatılı olduğum için ancak tatillerde ve hafta sonları bisiklet kullanabiliyordum. Ben de liseden mezun olduktan sonra Ankara'da okumaya başladım ve bisiklet safahatim artık bitti. Taa ki, 1998'de oğlumla deraber dağ bisikletleri edinip yeniden başlayana kadar. O zaman aldığım Bisan MontBlanc bisikletim hala faal durumda ve yatak odamda duvardaki rafta takılı. Defterin 1998 de açtığım ikinci cildini şu anda hala devam ettiriyorum. Bu arada abimi kaybedince onun Specialized Stumpjumper bisikleti de bana kaldı. Şu anda MTB olarak onu kullanıyorum, harika bir bisiklet.
Bu arada bisiklet tarihine bir katkı olarak, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim annemin bisikletinin markası Miele idi, belirteyim. Daha sonra beyaz eşya üreticisi olan Alman firması.
Yağmurlu bir Datça gününde bu biyografik bisiklet tarihimle umarım sizleri pek sıkmamışımdır.
Keyifli Pedallamar... Hep Pedalda Kalın!
Tarihsel olarak yanlışlarım veya eksiklerim olduysa tamamlayın lütfen.