Jordanred Bisiklet Forması, Bisiklet Taytı ve Bisiklet Giyimine Dair Her Şey

Z kuşağının bisiklete olan ilgisizliği

Scudo
dt. nin dişçi olduğunu bilmiyodum. Dt. İsa yerine sadece dişçi yazsan da olur ismini görüyoruz yukarda
Öncelikle biz pek "dişçi" kelimesini kullanmayı ve kullanılmasını sevmeyiz. ayrıca Dt nin ne demek olduğunu bilmemeniz benim sorunum değil.





Ve diğer maymun bana bulaşmayı bıralıcak inşallah bir gün. Umut ediyorum yani. Psikolojik sıkıntoları yoksa bırakır yani adam salmıyor beni forumda. Veya ailevi değerlerine saygısı yok
 
  • İnanılmaz
Tepkiler: necmeddin
Öncelikle biz pek "dişçi" kelimesini kullanmayı ve kullanılmasını sevmeyiz. ayrıca Dt nin ne demek olduğunu bilmemeniz benim sorunum değil.





Ve diğer maymun bana bulaşmayı bıralıcak inşallah bir gün. Umut ediyorum yani. Psikolojik sıkıntoları yoksa bırakır yani adam salmıyor beni forumda. Veya ailevi değerlerine saygısı yok

O zaman mezun olana kadar Adil abinin dediği gibi bu titri kullanamazsın. Şuan için dişçisin. Zaten mezuniyete yaklaştıkça da dişçi demeye alışırsın.

Sana bi özgüven gelmiş. Benim sorunum falan değil hayırdır. Geçen sene böyle değildin.

 
Z kuşağı tarafından trollenen başlık amacından sapmış biraz sanki :)
 
O zaman mezun olana kadar Adil abinin dediği gibi bu titri kullanamazsın. Şuan için dişçisin. Zaten mezuniyete yaklaştıkça da dişçi demeye alışırsın.

Sana bi özgüven gelmiş. Benim sorunum falan değil hayırdır. Geçen sene böyle değildin.

Şu an için dişçi, dt. veya başka bir şey kullanamaz. Hali hazırda sadece diş hekimliği fakültesi 1. sınıf öğrencisi. Kısaca "Üniversite öğrencisi" Daha 1. sınıfta bisiklet forum profiline bile dt. yazıyorsa herhalde son sınıfta olmayan arabasına 16 DT 374 diye plaka bile alır diye düşünüyorum. Zaten böyle giderse bu üslubu ile bırak forumda dt. yi kullanıcı hesabını bile kullanamaz hale gelebilir. Bu arada İsa; Hiç uğraşma. Sen trollük yaptıkça, saçmaladıkça ben seni dürtmeye devam edeceğim.
 
En büyük etken aile. Çocuğu kolay yoldan idare etme yöntemi olarak telefon tablet İnternet ortamı yaratırsan sonuçları böyle olur. Toprağa dokunmamış çocuklar var. Günümüzde bisikletlerin fiyatı artmış olabilir ama insanlara, çocuğuna 5 bin liralık ne alırsın diye sorsan çoğu telefon tablet alırım der. Bisiklete verilen 5 bin enayilik tabi
 
En büyük etken aile. Çocuğu kolay yoldan idare etme yöntemi olarak telefon tablet İnternet ortamı yaratırsan sonuçları böyle olur. Toprağa dokunmamış çocuklar var. Günümüzde bisikletlerin fiyatı artmış olabilir ama insanlara, çocuğuna 5 bin liralık ne alırsın diye sorsan çoğu telefon tablet alırım der. Bisiklete verilen 5 bin enayilik tabi
Çocuk aileden ne görüyorsa onu yapar. Baba/anne devamlı telefonda, televizyondaysa çocukta orayı merak eder onu yapmaya çalışır. Tıpkı fosur fosur sigara içen ebeveynlerin çocuklarına "sakın sigara içme" demesine benzer aksi durum.
Baba/anne spor yapıyorsa bisiklete biniyorsa çocukta bisiklete binmek ister, spor yapmak ister.
Oğlumu yemek yedirirken "hadi yemeğini ye, çabuk büyü, seninle bisiklete binelim, spor yapmaya gidelim, birlikte yüzelim" diye motive etmeye çalışıyorum.
Şimdiden onun kafasında bisiklete binebilmek, spor yapabilmek çok çok eğlenceli ve güzel aktiviteler. Bunu böyle elimden geldiğince götürmeye çalışacağım. Ancak bir yerde illa ki arkadaşlarından etkilenecektir tabi. Teknoloji çağında aksi düşünülemez zaten. Önemli olan spor ve bedensel aktivite alışkanlığının hayatının içerisinde olması.
Sözün özü; Kesinlikle haklısınız. En büyük etken aile. Ancak sadece lafta değil. 5k lık bisikleti alıp çocuğa vermeyecek. Onunla birlikte bisiklete binecek. Hayal kurabilecek onunla birlikte. Yoksa "bisiklet aldım oldu bitti" değil.
 
Bu kuşak gruplamasına göre ben 1949'lu olarak sanırım V kuşağında olmam gerekir. Bize politik geçmişimize bakarak 68 kuşağı da denir aslında. Neyse, yani XYZ değiliz sonuçta. X'in doğrudan anababasıyız
Olayı bisiklete getirirsek, 1950'lerde ilkokulda anne babamızın 28 jant bisikletine ayakta binmekle işe başladık. O zamanlar market bisikleti yoktu. Önden pedallı bebek bisikletinden sonra 24 v e 26 jant bisikletler olurdu çocuklar ve gençler için, ama onlar da çok pahalıydı. Annebabalar ancak ortaokul bitirme hediyesi olarak düşünürlerdi çocuklarına böyle bir bisiklet hediye etmeyi. Öyle oyuncak alır gibi karne hediyesi falan olmazdı bisiklet.
Evet bisiklet çocuklar için erişilmesi zor bir şeydi ama 1950'lerin İzmit'inde işe gidip gelmeler hep bisikletle olurdu. Şehrin öbür ucunda oturan işçiler de SEKA'daki işlerine 28 jant sağlam demir kadrolu, kimi üstte çift borulu bisikletleri (bugün hizmet bisikleti deniyor, postacılara ithafen) ile gidip gelirlerdi. Fabrikanın cümle ve diğer kapılarında çift sıralı bisiklet askıları vardı.
O demir bisikletler de çok az bakım gerektirirdi. Şehirde hatırladığım kadarıyla 2 bisiklet tamircisi vardı o kadar. Vitessiz, "çubuk frenli" geniş çelik jantlı, sert lastikli bisikletler fazla da bakım istemezdi zaten. Ben ilkokulda "Çok Delikli Bisiklet" anahtarı, bir tane düz tornavida, bir pense ve bir çekiçle bisikletin her yerini söküp takardım. Zamanı geldiğinde lacivert olan boyasını biraz zımparalayıp, elimde fırça, sentetik metal boyası ile siyaha boyar, birkaç yıl sonra o renkten sıkılınca tekrar zımparalar siyah yapardım. Ne güzel de parlardı o boyalar ilk sürüldüklerinde... Bu arada bisikletimin de annemin lisede kullandığı 28 jant kız bisikleti olduğunu belirteyim.
Pejo bisikletlerin gelmesiyle birden 26 jant bisikletler gün ışığına çıktı. Ne muhteşem şeydi onlar... Üç vites, tel fren ve tıkır tıkır işleyen bir bisiklet. Lastikler dolma lastikti. İçi dolu olduğu için değil, kalın oldukları için öyle derdik. Bugünün 1,75 ebadına falan denk gelirdi aşağı yukarı. Bu pejolar tam bir hava atma aleti olmuştu var olabildikleri mahallelerde. Hele pejo sahibi kızlara yanaşmak yürek isterdi. Fabrika lojmanlar mahallemizde vals yaparcasına sürerlerdi bisikletlerini. Güneş batarken onları yanan ön farlari ve arka ışıkları ile seyrederken acaba sürücülerine mi yoksa bisikletlerine mi "meftun" bakardım bilemiyorum.
Sonra abime ingiliz malı ICM Record diye bir bisiklet aldılar, ortaokulu birincilikle bitirdiği için. Göbekten 3 vitesli ve göbekten dinamolu. O zamanlar tabiki dağ bisikleti diye bir şey yoktu. Bebe bisikletleri dışında 3 tür bisiklet vardı artık. 1. Ulaşım-Hizmet bisikletleri, 2. Yarış bisikletleri, 3. Gençler gezsin dolaşsın diye 26 veya 24 jant bisikletler.
Bir gün arkadaşlar koşarak gelip, olum gelsene bi abi gelmiş acaip bisikleti var diye. Koştum tabi ben de. Biskletin selesi neredeyse omzuma geliyor, acaip bir şey. Seleye dokundum tahta gibi, ama ince uzun, olağanüstü zarif. Gıpta ile baktığımız 26 jant pejolardan farklı olarak sadece arkada değil ön dişlide de vites var. İki tane kocaman dişli takmışlar. Gidon aşağı doğru kıvrılyor ve seleye göre çok aşağıda. O zamana kadar bu tür bisiklteleri gazetelerdeki yarış haberlerinde görüyorduk, uzaktan çekilmiş resimlerde. Ama sahicisine dokunmak apayrı bir duyguydu. Bisikletin sahibinin yarışçı olduğunu söylemişlerdi, ama bisikletten o kadar etkilenmiştim ki, kim olduğu hiç aklımda kalmamış. Her durumda Rıfat Çalışkan değildi, yoksa idolümdü o.
O zamanlar bisiklet yarışları bugün olduğundan daha fazla ilgi çekerdi. Gazetelerde turlu yarışlar gün be gün yer alırdı. Marmara ve Konya bölgeleri iyiydi, sonra Ankara, Kayseri falan da devreye girdi. Yarışçılar da tanınırdı. Kimse koca koca adamlar çocuklar gibi bisiklete biniyor demezdi. Yolda, senin ne işin var burada diye aklınca azarlayan da olmazdı. İzmit'ten Derince'ye (şimdi Körfez), Gölcük'e pedallardım bazen tek başıma. Yanıma pompamı, delikli bisiklet anahtarımı, siliksiyon (solüsyona öyle derdik) tüpümü ve yama lastiğimi almayı ihmal etmezdim. Delikli anahtar zaten lastik için levye olarak da işe yarardı. Beraber olduğumuzda abim göbekten 3 vitesli ile keyifle pedallarken ben arkasında 28 jantlık külçe ile ahlaya puflaya yetişmeye çalışırdım.
Sonra bir ara İstanbul'a taşındık. Taksim-Elmadağ da oturuyoruz. Maçka ve Dolmabahçe yokuşları benim için tam bir meydan okumaydı. Hele Sarıyer'den dönüşte o bitmez Hacıosman Bayırı. Zordu ama keyif verirdi... Ben 45 kilo, bisikletim 18 kilo, vitessiz ve çubuk frenleri ile. İstanbul'da o tarihlerde en büyük dert ehliyet ve plaka idi. Plakasız bisikletleri belediye zabıtası işportacı tezgahını topladıkları kamyonetlerin kasasına atıp götürülerdi. Benim 1938 tevellütlü bisikletime ruhsat ve plaka alabilmem faturası olmadığı için mümkün gözükmüyordu. Ama bizim gibi ülklerde terslikler yaratılır ve çözümleri de ardından gelir. Beyazıt'taki bit pazarının yolunu tutarsınız, gazocağı, demir parmaklık satan bir dükkandan bisikletin 2. el satış faturasını alırsınız, iş hallolur. Sonra da Karaköy'deki Emniyet Müdürlüğüne gider plaka çıkarttırır, ehliyet sınavı için gün alırsınız. Yıl 1962, yaşım daha 13, ehliyet sınavına girer, gösterilen trafik levhalarının ne olduğunu sözlü sınavda söyler, aferin alıp bisiklet ehliyete hak kazanırsınız. Okul karnesinden sonra ilk kazandığım resmi belge olmuştur o ehliyetim. Sonrası kim tutar beni. İstanbul kazan ben kepçe...
Abim Avusturya'ya burslu üniversite okumaya gidince onun bisikleti de bana kaldı. Ama evci yatılı olduğum için ancak tatillerde ve hafta sonları bisiklet kullanabiliyordum. Ben de liseden mezun olduktan sonra Ankara'da okumaya başladım ve bisiklet safahatim artık bitti. Taa ki, 1998'de oğlumla deraber dağ bisikletleri edinip yeniden başlayana kadar. O zaman aldığım Bisan MontBlanc bisikletim hala faal durumda ve yatak odamda duvardaki rafta takılı. Defterin 1998 de açtığım ikinci cildini şu anda hala devam ettiriyorum. Bu arada abimi kaybedince onun Specialized Stumpjumper bisikleti de bana kaldı. Şu anda MTB olarak onu kullanıyorum, harika bir bisiklet.
Bu arada bisiklet tarihine bir katkı olarak, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim annemin bisikletinin markası Miele idi, belirteyim. Daha sonra beyaz eşya üreticisi olan Alman firması.
Yağmurlu bir Datça gününde bu biyografik bisiklet tarihimle umarım sizleri pek sıkmamışımdır.
Keyifli Pedallamar... Hep Pedalda Kalın!
Tarihsel olarak yanlışlarım veya eksiklerim olduysa tamamlayın lütfen.
 
Son düzenleme:
Z kuşağının biraz medya gazı ve abartısı olduğunu düşünmeye başladım.
 
Bu kuşak gruplamasına göre ben 1949'lu olarak sanırım V kuşağında olmam gerekir. Bize politik geçmişimize bakarak 68 kuşağı da denir aslında. Neyse, yani XYZ değiliz sonuçta. X'in doğrudan anababasıyız
Olayı bisiklete getirirsek, 1950'lerde ilkokulda anne babamızın 28 jant bisikletine ayakta binmekle işe başladık. O zamanlar market bisikleti yoktu. Önden pedallı bebek bisikletinden sonra 24 v e 26 jant bisikletler olurdu çocuklar ve gençler için, ama onlar da çok pahalıydı. Annebabalar ancak ortaokul bitirme hediyesi olarak düşünürlerdi çocuklarına böyle bir bisiklet hediye etmeyi. Öyle oyuncak alır gibi karne hediyesi falan olmazdı bisiklet.
Evet bisiklet çocuklar için erişilmesi zor bir şeydi ama 1950'lerin İzmit'inde işe gidip gelmeler hep bisikletle olurdu. Şehrin öbür ucunda oturan işçiler de SEKA'daki işlerine 28 jant sağlam demir kadrolu, kimi üstte çift borulu bisikletleri (bugün hizmet bisikleti deniyor, postacılara ithafen) ile gidip gelirlerdi. Fabrikanın cümle ve diğer kapılarında çift sıralı bisiklet askıları vardı.
O demir bisikletler de çok az bakım gerektirirdi. Şehirde hatırladığım kadarıyla 2 bisiklet tamircisi vardı o kadar. Vitessiz, "çubuk frenli" geniş çelik jantlı, sert lastikli bisikletler fazla da bakım istemezdi zaten. Ben ilkokulda "Çok Delikli Bisiklet" anahtarı, bir tane düz tornavida, bir pense ve bir çekiçle bisikletin her yerini söküp takardım. Zamanı geldiğinde lacivert olan boyasını biraz zımparalayıp, elimde fırça, sentetik metal boyası ile siyaha boyar, birkaç yıl sonra o renkten sıkılınca tekrar zımparalar siyah yapardım. Ne güzel de parlardı o boyalar ilk sürüldüklerinde... Bu arada bisikletimin de annemin lisede kullandığı 28 jant kız bisikleti olduğunu belirteyim.
Pejo bisikletlerin gelmesiyle birden 26 jant bisikletler gün ışığına çıktı. Ne muhteşem şeydi onlar... Üç vites, tel fren ve tıkır tıkır işleyen bir bisiklet. Lastikler dolma lastikti. İçi dolu olduğu için değil, kalın oldukları için öyle derdik. Bugünün 1,75 ebadına falan denk gelirdi aşağı yukarı. Bu pejolar tam bir hava atma aleti olmuştu var olabildikleri mahallelerde. Hele pejo sahibi kızlara yanaşmak yürek isterdi. Fabrika lojmanlar mahallemizde vals yaparcasına sürerlerdi bisikletlerini. Güneş batarken onları yanan ön farlari ve arka ışıkları ile seyrederken acaba sürücülerine mi yoksa bisikletlerine mi "meftun" bakardım bilemiyorum.
Sonra abime ingiliz malı ICM Record diye bir bisiklet aldılar, ortaokulu birincilikle bitirdiği için. Göbekten 3 vitesli ve göbekten dinamolu. O zamanlar tabiki dağ bisikleti diye bir şey yoktu. Bebe bisikletleri dışında 3 tür bisiklet vardı artık. 1. Ulaşım-Hizmet bisikletleri, 2. Yarış bisikletleri, 3. Gençler gezsin dolaşsın diye 26 veya 24 jant bisikletler.
Bir gün arkadaşlar koşarak gelip, olum gelsene bi abi gelmiş acaip bisikleti var diye. Koştum tabi ben de. Biskletin selesi neredeyse omzuma geliyor, acaip bir şey. Seleye dokundum tahta gibi, ama ince uzun, olağanüstü zarif. Gıpta ile baktığımız 26 jant pejolardan farklı olarak sadece arkada değil ön dişlide de vites var. İki tane kocaman dişli takmışlar. Gidon aşağı doğru kıvrılyor ve seleye göre çok aşağıda. O zamana kadar bu tür bisiklteleri gazetelerdeki yarış haberlerinde görüyorduk, uzaktan çekilmiş resimlerde. Ama sahicisine dokunmak apayrı bir duyguydu. Bisikletin sahibinin yarışçı olduğunu söylemişlerdi, ama bisikletten o kadar etkilenmiştim ki, kim olduğu hiç aklımda kalmamış. Her durumda Rıfat Çalışkan değildi, yoksa idolümdü o.
O zamanlar bisiklet yarışları bugün olduğundan daha fazla ilgi çekerdi. Gazetelerde turlu yarışlar gün be gün yer alırdı. Marmara ve Konya bölgeleri iyiydi, sonra Ankara, Kayseri falan da devreye girdi. Yarışçılar da tanınırdı. Kimse koca koca adamlar çocuklar gibi bisiklete biniyor demezdi. Yolda, senin ne işin var burada diye aklınca azarlayan da olmazdı. İzmit'ten Derince'ye (şimdi Körfez), Gölcük'e pedallardım bazen tek başıma. Yanıma pompamı, delikli bisiklet anahtarımı, siliksiyon (solüsyona öyle derdik) tüpümü ve yama lastiğimi almayı ihmal etmezdim. Delikli anahtar zaten lastik için levye olarak da işe yarardı. Beraber olduğumuzda abim göbekten 3 vitesli ile keyifle pedallarken ben arkasında 28 jantlık külçe ile ahlaya puflaya yetişmeye çalışırdım.
Sonra bir ara İstanbul'a taşındık. Taksim-Elmadağ da oturuyoruz. Maçka ve Dolmabahçe yokuşları benim için tam bir meydan okumaydı. Hele Sarıyer'den dönüşte o bitmez Hacıosman Bayırı. Zordu ama keyif verirdi... Ben 45 kilo, bisikletim 18 kilo, vitessiz ve çubuk frenleri ile. İstanbul'da o tarihlerde en büyük dert ehliyet ve plaka idi. Plakasız bisikletleri belediye zabıtası işportacı tezgahını topladıkları kamyonetlerin kasasına atıp götürülerdi. Benim 1938 tarihli Miele bisikletime ruhsat ve plaka alabilmem faturası olmadığı için mümkün gözükmüyordu. Ama bizim gibi ülklerde terslikler yaratılır ve çözümleri de ardından gelir. Beyazıt'taki bit pazarının yolunu tutarsınız, gazocağı, demir parmaklık satan bir dükkandan bisikletin 2. el satış faturasını alırsınız, iş hallolur. Sonra da Karaköy'deki Emniyet Müdürlüğüne gider plaka çıkarttırır, ehliyet sınavı için gün alırsınız. Yıl 1962, yaşım daha 13, ehliyet sınavına girer, gösterilen trafik levhalarının ne olduğunu sözlü sınavda söyler, aferin alıp bisiklet ehliyete hak kazanırsınız. Okul karnesinden sonra ilk kazandığım resmi belge olmuştur o ehliyetim. Sonrası kim tutar beni. İstanbul kazan ben kepçe...
Abim Avusturya'ya burslu üniversite okumaya gidince onun bisikleti de bana kaldı. Ama evci yatılı olduğum için ancak tatillerde ve hafta sonları bisiklet kullanabiliyordum. Ben de liseden mezun olduktan sonra Ankara'da okumaya başladım ve bisiklet safahatim artık bitti. Taa ki, 1998'de oğlumla deraber dağ bisikletleri edinip yeniden başlayana kadar. O zaman aldığım Bisan MontBlanc bisikletim hala faal durumda ve yatak odamda duvardaki rafta takılı. Defterin 1998 de açtığım ikinci cildini şu anda hala devam ettiriyorum. Bu arada abimi kaybedince onun Specialized Stumpjumper bisikleti de bana kaldı. Şu anda MTB olarak onu kullanıyorum, harika bir bisiklet.
Bu arada bisiklet tarihine bir katkı olarak, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim annemin bisikletinin markası Miele idi, belirteyim. Daha sonra beyaz eşya üreticisi olan Alman firması.
Yağmurlu bir Datça gününde bu biyografik bisiklet tarihimle umarım sizleri pek sıkmamışımdır.
Keyifli Pedallamar... Hep Pedalda Kalın!
Tarihsel olarak yanlışlarım veya eksiklerim olduysa tamamlayın lütfen.
Çok güzel yazmışsınız elinize sağlık ama Z kuşağı bu kadar uzun yazıyı maalesef okumaz :)
 
Z kuşağı konusunda çok fazla genelleme var. Genellemeleri sevmiyorum, özellikle yakın çevredeki birkaç örneğe bakıp yapılanları.
Oğlum Z kuşağı, 07.07.07 doğumlu. Elimdeki tek Z kuşağı örneği o. Burada "Z kuşağı yapmaz" denilen ne varsa yapıyor, "Z kuşağı yapar" yazılanların çoğunu yapmıyor.
Son birkaç mesajdan öncesini kendisine okuttuğumda, yazılanların yeterince örneğe dayanmadığını, önyargılı olduğunu belirtti. "Aynı şekilde davranırsam hepinizin dar görüşlü, yeniliğe kapalı ve önyargılı olduğunu söylemek lazım ama öyle genellenemeyeceğini ben biliyorum" dedi.
 
Z kuşağı konusunda çok fazla genelleme var. Genellemeleri sevmiyorum, özellikle yakın çevredeki birkaç örneğe bakıp yapılanları.
Oğlum Z kuşağı, 07.07.07 doğumlu. Elimdeki tek Z kuşağı örneği o. Burada "Z kuşağı yapmaz" denilen ne varsa yapıyor, "Z kuşağı yapar" yazılanların çoğunu yapmıyor.
Son birkaç mesajdan öncesini kendisine okuttuğumda, yazılanların yeterince örneğe dayanmadığını, önyargılı olduğunu belirtti. "Aynı şekilde davranırsam hepinizin dar görüşlü, yeniliğe kapalı ve önyargılı olduğunu söylemek lazım ama öyle genellenemeyeceğini ben biliyorum" dedi.

Elbette genellemek çok yanlış oluyor. Sonuçta Z kuşağını yetiştiren bir nesil var ve Z kuşağıda ileride bir nesil yetiştirecek. Aslında suçu Z kuşağında değil de onları yetiştiren bizlerde aramakta fayda var diye düşünüyorum. Ama şunu da ilave edeyim BİSİKLETLER çok pahalı !! :D
 
Bu kuşak gruplamasına göre ben 1949'lu olarak sanırım V kuşağında olmam gerekir. Bize politik geçmişimize bakarak 68 kuşağı da denir aslında. Neyse, yani XYZ değiliz sonuçta. X'in doğrudan anababasıyız
Olayı bisiklete getirirsek, 1950'lerde ilkokulda anne babamızın 28 jant bisikletine ayakta binmekle işe başladık. O zamanlar market bisikleti yoktu. Önden pedallı bebek bisikletinden sonra 24 v e 26 jant bisikletler olurdu çocuklar ve gençler için, ama onlar da çok pahalıydı. Annebabalar ancak ortaokul bitirme hediyesi olarak düşünürlerdi çocuklarına böyle bir bisiklet hediye etmeyi. Öyle oyuncak alır gibi karne hediyesi falan olmazdı bisiklet.
Evet bisiklet çocuklar için erişilmesi zor bir şeydi ama 1950'lerin İzmit'inde işe gidip gelmeler hep bisikletle olurdu. Şehrin öbür ucunda oturan işçiler de SEKA'daki işlerine 28 jant sağlam demir kadrolu, kimi üstte çift borulu bisikletleri (bugün hizmet bisikleti deniyor, postacılara ithafen) ile gidip gelirlerdi. Fabrikanın cümle ve diğer kapılarında çift sıralı bisiklet askıları vardı.
O demir bisikletler de çok az bakım gerektirirdi. Şehirde hatırladığım kadarıyla 2 bisiklet tamircisi vardı o kadar. Vitessiz, "çubuk frenli" geniş çelik jantlı, sert lastikli bisikletler fazla da bakım istemezdi zaten. Ben ilkokulda "Çok Delikli Bisiklet" anahtarı, bir tane düz tornavida, bir pense ve bir çekiçle bisikletin her yerini söküp takardım. Zamanı geldiğinde lacivert olan boyasını biraz zımparalayıp, elimde fırça, sentetik metal boyası ile siyaha boyar, birkaç yıl sonra o renkten sıkılınca tekrar zımparalar siyah yapardım. Ne güzel de parlardı o boyalar ilk sürüldüklerinde... Bu arada bisikletimin de annemin lisede kullandığı 28 jant kız bisikleti olduğunu belirteyim.
Pejo bisikletlerin gelmesiyle birden 26 jant bisikletler gün ışığına çıktı. Ne muhteşem şeydi onlar... Üç vites, tel fren ve tıkır tıkır işleyen bir bisiklet. Lastikler dolma lastikti. İçi dolu olduğu için değil, kalın oldukları için öyle derdik. Bugünün 1,75 ebadına falan denk gelirdi aşağı yukarı. Bu pejolar tam bir hava atma aleti olmuştu var olabildikleri mahallelerde. Hele pejo sahibi kızlara yanaşmak yürek isterdi. Fabrika lojmanlar mahallemizde vals yaparcasına sürerlerdi bisikletlerini. Güneş batarken onları yanan ön farlari ve arka ışıkları ile seyrederken acaba sürücülerine mi yoksa bisikletlerine mi "meftun" bakardım bilemiyorum.
Sonra abime ingiliz malı ICM Record diye bir bisiklet aldılar, ortaokulu birincilikle bitirdiği için. Göbekten 3 vitesli ve göbekten dinamolu. O zamanlar tabiki dağ bisikleti diye bir şey yoktu. Bebe bisikletleri dışında 3 tür bisiklet vardı artık. 1. Ulaşım-Hizmet bisikletleri, 2. Yarış bisikletleri, 3. Gençler gezsin dolaşsın diye 26 veya 24 jant bisikletler.
Bir gün arkadaşlar koşarak gelip, olum gelsene bi abi gelmiş acaip bisikleti var diye. Koştum tabi ben de. Biskletin selesi neredeyse omzuma geliyor, acaip bir şey. Seleye dokundum tahta gibi, ama ince uzun, olağanüstü zarif. Gıpta ile baktığımız 26 jant pejolardan farklı olarak sadece arkada değil ön dişlide de vites var. İki tane kocaman dişli takmışlar. Gidon aşağı doğru kıvrılyor ve seleye göre çok aşağıda. O zamana kadar bu tür bisiklteleri gazetelerdeki yarış haberlerinde görüyorduk, uzaktan çekilmiş resimlerde. Ama sahicisine dokunmak apayrı bir duyguydu. Bisikletin sahibinin yarışçı olduğunu söylemişlerdi, ama bisikletten o kadar etkilenmiştim ki, kim olduğu hiç aklımda kalmamış. Her durumda Rıfat Çalışkan değildi, yoksa idolümdü o.
O zamanlar bisiklet yarışları bugün olduğundan daha fazla ilgi çekerdi. Gazetelerde turlu yarışlar gün be gün yer alırdı. Marmara ve Konya bölgeleri iyiydi, sonra Ankara, Kayseri falan da devreye girdi. Yarışçılar da tanınırdı. Kimse koca koca adamlar çocuklar gibi bisiklete biniyor demezdi. Yolda, senin ne işin var burada diye aklınca azarlayan da olmazdı. İzmit'ten Derince'ye (şimdi Körfez), Gölcük'e pedallardım bazen tek başıma. Yanıma pompamı, delikli bisiklet anahtarımı, siliksiyon (solüsyona öyle derdik) tüpümü ve yama lastiğimi almayı ihmal etmezdim. Delikli anahtar zaten lastik için levye olarak da işe yarardı. Beraber olduğumuzda abim göbekten 3 vitesli ile keyifle pedallarken ben arkasında 28 jantlık külçe ile ahlaya puflaya yetişmeye çalışırdım.
Sonra bir ara İstanbul'a taşındık. Taksim-Elmadağ da oturuyoruz. Maçka ve Dolmabahçe yokuşları benim için tam bir meydan okumaydı. Hele Sarıyer'den dönüşte o bitmez Hacıosman Bayırı. Zordu ama keyif verirdi... Ben 45 kilo, bisikletim 18 kilo, vitessiz ve çubuk frenleri ile. İstanbul'da o tarihlerde en büyük dert ehliyet ve plaka idi. Plakasız bisikletleri belediye zabıtası işportacı tezgahını topladıkları kamyonetlerin kasasına atıp götürülerdi. Benim 1938 tarihli Miele bisikletime ruhsat ve plaka alabilmem faturası olmadığı için mümkün gözükmüyordu. Ama bizim gibi ülklerde terslikler yaratılır ve çözümleri de ardından gelir. Beyazıt'taki bit pazarının yolunu tutarsınız, gazocağı, demir parmaklık satan bir dükkandan bisikletin 2. el satış faturasını alırsınız, iş hallolur. Sonra da Karaköy'deki Emniyet Müdürlüğüne gider plaka çıkarttırır, ehliyet sınavı için gün alırsınız. Yıl 1962, yaşım daha 13, ehliyet sınavına girer, gösterilen trafik levhalarının ne olduğunu sözlü sınavda söyler, aferin alıp bisiklet ehliyete hak kazanırsınız. Okul karnesinden sonra ilk kazandığım resmi belge olmuştur o ehliyetim. Sonrası kim tutar beni. İstanbul kazan ben kepçe...
Abim Avusturya'ya burslu üniversite okumaya gidince onun bisikleti de bana kaldı. Ama evci yatılı olduğum için ancak tatillerde ve hafta sonları bisiklet kullanabiliyordum. Ben de liseden mezun olduktan sonra Ankara'da okumaya başladım ve bisiklet safahatim artık bitti. Taa ki, 1998'de oğlumla deraber dağ bisikletleri edinip yeniden başlayana kadar. O zaman aldığım Bisan MontBlanc bisikletim hala faal durumda ve yatak odamda duvardaki rafta takılı. Defterin 1998 de açtığım ikinci cildini şu anda hala devam ettiriyorum. Bu arada abimi kaybedince onun Specialized Stumpjumper bisikleti de bana kaldı. Şu anda MTB olarak onu kullanıyorum, harika bir bisiklet.
Bu arada bisiklet tarihine bir katkı olarak, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim annemin bisikletinin markası Miele idi, belirteyim. Daha sonra beyaz eşya üreticisi olan Alman firması.
Yağmurlu bir Datça gününde bu biyografik bisiklet tarihimle umarım sizleri pek sıkmamışımdır.
Keyifli Pedallamar... Hep Pedalda Kalın!
Tarihsel olarak yanlışlarım veya eksiklerim olduysa tamamlayın lütfen.
Hocam, ne güzel yazmışsınız. Elinize, kaleminize sağlık.
 
Bu kuşak gruplamasına göre ben 1949'lu olarak sanırım V kuşağında olmam gerekir. Bize politik geçmişimize bakarak 68 kuşağı da denir aslında. Neyse, yani XYZ değiliz sonuçta. X'in doğrudan anababasıyız
Olayı bisiklete getirirsek, 1950'lerde ilkokulda anne babamızın 28 jant bisikletine ayakta binmekle işe başladık. O zamanlar market bisikleti yoktu. Önden pedallı bebek bisikletinden sonra 24 v e 26 jant bisikletler olurdu çocuklar ve gençler için, ama onlar da çok pahalıydı. Annebabalar ancak ortaokul bitirme hediyesi olarak düşünürlerdi çocuklarına böyle bir bisiklet hediye etmeyi. Öyle oyuncak alır gibi karne hediyesi falan olmazdı bisiklet.
Evet bisiklet çocuklar için erişilmesi zor bir şeydi ama 1950'lerin İzmit'inde işe gidip gelmeler hep bisikletle olurdu. Şehrin öbür ucunda oturan işçiler de SEKA'daki işlerine 28 jant sağlam demir kadrolu, kimi üstte çift borulu bisikletleri (bugün hizmet bisikleti deniyor, postacılara ithafen) ile gidip gelirlerdi. Fabrikanın cümle ve diğer kapılarında çift sıralı bisiklet askıları vardı.
O demir bisikletler de çok az bakım gerektirirdi. Şehirde hatırladığım kadarıyla 2 bisiklet tamircisi vardı o kadar. Vitessiz, "çubuk frenli" geniş çelik jantlı, sert lastikli bisikletler fazla da bakım istemezdi zaten. Ben ilkokulda "Çok Delikli Bisiklet" anahtarı, bir tane düz tornavida, bir pense ve bir çekiçle bisikletin her yerini söküp takardım. Zamanı geldiğinde lacivert olan boyasını biraz zımparalayıp, elimde fırça, sentetik metal boyası ile siyaha boyar, birkaç yıl sonra o renkten sıkılınca tekrar zımparalar siyah yapardım. Ne güzel de parlardı o boyalar ilk sürüldüklerinde... Bu arada bisikletimin de annemin lisede kullandığı 28 jant kız bisikleti olduğunu belirteyim.
Pejo bisikletlerin gelmesiyle birden 26 jant bisikletler gün ışığına çıktı. Ne muhteşem şeydi onlar... Üç vites, tel fren ve tıkır tıkır işleyen bir bisiklet. Lastikler dolma lastikti. İçi dolu olduğu için değil, kalın oldukları için öyle derdik. Bugünün 1,75 ebadına falan denk gelirdi aşağı yukarı. Bu pejolar tam bir hava atma aleti olmuştu var olabildikleri mahallelerde. Hele pejo sahibi kızlara yanaşmak yürek isterdi. Fabrika lojmanlar mahallemizde vals yaparcasına sürerlerdi bisikletlerini. Güneş batarken onları yanan ön farlari ve arka ışıkları ile seyrederken acaba sürücülerine mi yoksa bisikletlerine mi "meftun" bakardım bilemiyorum.
Sonra abime ingiliz malı ICM Record diye bir bisiklet aldılar, ortaokulu birincilikle bitirdiği için. Göbekten 3 vitesli ve göbekten dinamolu. O zamanlar tabiki dağ bisikleti diye bir şey yoktu. Bebe bisikletleri dışında 3 tür bisiklet vardı artık. 1. Ulaşım-Hizmet bisikletleri, 2. Yarış bisikletleri, 3. Gençler gezsin dolaşsın diye 26 veya 24 jant bisikletler.
Bir gün arkadaşlar koşarak gelip, olum gelsene bi abi gelmiş acaip bisikleti var diye. Koştum tabi ben de. Biskletin selesi neredeyse omzuma geliyor, acaip bir şey. Seleye dokundum tahta gibi, ama ince uzun, olağanüstü zarif. Gıpta ile baktığımız 26 jant pejolardan farklı olarak sadece arkada değil ön dişlide de vites var. İki tane kocaman dişli takmışlar. Gidon aşağı doğru kıvrılyor ve seleye göre çok aşağıda. O zamana kadar bu tür bisiklteleri gazetelerdeki yarış haberlerinde görüyorduk, uzaktan çekilmiş resimlerde. Ama sahicisine dokunmak apayrı bir duyguydu. Bisikletin sahibinin yarışçı olduğunu söylemişlerdi, ama bisikletten o kadar etkilenmiştim ki, kim olduğu hiç aklımda kalmamış. Her durumda Rıfat Çalışkan değildi, yoksa idolümdü o.
O zamanlar bisiklet yarışları bugün olduğundan daha fazla ilgi çekerdi. Gazetelerde turlu yarışlar gün be gün yer alırdı. Marmara ve Konya bölgeleri iyiydi, sonra Ankara, Kayseri falan da devreye girdi. Yarışçılar da tanınırdı. Kimse koca koca adamlar çocuklar gibi bisiklete biniyor demezdi. Yolda, senin ne işin var burada diye aklınca azarlayan da olmazdı. İzmit'ten Derince'ye (şimdi Körfez), Gölcük'e pedallardım bazen tek başıma. Yanıma pompamı, delikli bisiklet anahtarımı, siliksiyon (solüsyona öyle derdik) tüpümü ve yama lastiğimi almayı ihmal etmezdim. Delikli anahtar zaten lastik için levye olarak da işe yarardı. Beraber olduğumuzda abim göbekten 3 vitesli ile keyifle pedallarken ben arkasında 28 jantlık külçe ile ahlaya puflaya yetişmeye çalışırdım.
Sonra bir ara İstanbul'a taşındık. Taksim-Elmadağ da oturuyoruz. Maçka ve Dolmabahçe yokuşları benim için tam bir meydan okumaydı. Hele Sarıyer'den dönüşte o bitmez Hacıosman Bayırı. Zordu ama keyif verirdi... Ben 45 kilo, bisikletim 18 kilo, vitessiz ve çubuk frenleri ile. İstanbul'da o tarihlerde en büyük dert ehliyet ve plaka idi. Plakasız bisikletleri belediye zabıtası işportacı tezgahını topladıkları kamyonetlerin kasasına atıp götürülerdi. Benim 1938 tarihli Miele bisikletime ruhsat ve plaka alabilmem faturası olmadığı için mümkün gözükmüyordu. Ama bizim gibi ülklerde terslikler yaratılır ve çözümleri de ardından gelir. Beyazıt'taki bit pazarının yolunu tutarsınız, gazocağı, demir parmaklık satan bir dükkandan bisikletin 2. el satış faturasını alırsınız, iş hallolur. Sonra da Karaköy'deki Emniyet Müdürlüğüne gider plaka çıkarttırır, ehliyet sınavı için gün alırsınız. Yıl 1962, yaşım daha 13, ehliyet sınavına girer, gösterilen trafik levhalarının ne olduğunu sözlü sınavda söyler, aferin alıp bisiklet ehliyete hak kazanırsınız. Okul karnesinden sonra ilk kazandığım resmi belge olmuştur o ehliyetim. Sonrası kim tutar beni. İstanbul kazan ben kepçe...
Abim Avusturya'ya burslu üniversite okumaya gidince onun bisikleti de bana kaldı. Ama evci yatılı olduğum için ancak tatillerde ve hafta sonları bisiklet kullanabiliyordum. Ben de liseden mezun olduktan sonra Ankara'da okumaya başladım ve bisiklet safahatim artık bitti. Taa ki, 1998'de oğlumla deraber dağ bisikletleri edinip yeniden başlayana kadar. O zaman aldığım Bisan MontBlanc bisikletim hala faal durumda ve yatak odamda duvardaki rafta takılı. Defterin 1998 de açtığım ikinci cildini şu anda hala devam ettiriyorum. Bu arada abimi kaybedince onun Specialized Stumpjumper bisikleti de bana kaldı. Şu anda MTB olarak onu kullanıyorum, harika bir bisiklet.
Bu arada bisiklet tarihine bir katkı olarak, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim annemin bisikletinin markası Miele idi, belirteyim. Daha sonra beyaz eşya üreticisi olan Alman firması.
Yağmurlu bir Datça gününde bu biyografik bisiklet tarihimle umarım sizleri pek sıkmamışımdır.
Keyifli Pedallamar... Hep Pedalda Kalın!
Tarihsel olarak yanlışlarım veya eksiklerim olduysa tamamlayın lütfen.
Keyifle okudum, elinize sağlık.
Z kuşağı konusunda çok fazla genelleme var. Genellemeleri sevmiyorum, özellikle yakın çevredeki birkaç örneğe bakıp yapılanları.
Oğlum Z kuşağı, 07.07.07 doğumlu. Elimdeki tek Z kuşağı örneği o. Burada "Z kuşağı yapmaz" denilen ne varsa yapıyor, "Z kuşağı yapar" yazılanların çoğunu yapmıyor.
Son birkaç mesajdan öncesini kendisine okuttuğumda, yazılanların yeterince örneğe dayanmadığını, önyargılı olduğunu belirtti. "Aynı şekilde davranırsam hepinizin dar görüşlü, yeniliğe kapalı ve önyargılı olduğunu söylemek lazım ama öyle genellenemeyeceğini ben biliyorum" dedi.
Kesinlikle oğlunuz haklı. Millet tiktokta, instagramda gördüğü izlenme uğruna saçmasapan şeyler yapan Z kuşaklarını görüp tüm kuşağı onlarla genelliyor. Bir kuşaktan bazı bireylerin yaptığı saçmalıklar bütün bir kuşağa mal edilemez. Kaldı ki o saçma sapan şeylerin alıcısı var ki sosyal medyada saçmasapan şeyler yapılıyor. Instagram, Tiktok gibi sosyal medya platformlarının algoritması da kullanıcı neye yatkınsa ona yönelik içerik gösterecek şekilde çalışır. Devamlı saçma sapan içerik üreten Z kuşağı bireylerini görüp buna göre genelleme yapanlar da o saçma hareketlere yatkın ki sosyal medya uygulamaları devamlı bu tip içerikleri önlerine çıkarıyor.
 
ama Z kuşağı bu kadar uzun yazıyı maalesef okumaz :)

KESİNLİKLE doğru bir tespit. Ne yalan söyleyeyim X kuşağı olmama rağmen uzun yazıları okuyacak sabır bende de yok... Paragraflar arasında göz gezdiririm, konuya göre de okuyup okumama konusunda karar veririm.

Haluk abi esasında tam olarak annemle ve babamla yaşıt, yaş itibari ile onlara Amerikan İngilizcesinde baby boomer da deniliyor ama bizde öyle bir kavram yok. Baby boomer bizde olsa olsa 1950-1985 arasında bol bol çocuk yapan 1930-1960 arası doğumlular olur. Cumhuriyetten sonra işler biraz yoluna girmiş ve nüfüs patlaması yaşanmış.

68 kuşağı ise Türkçede kullanılan bir terim olmasına rağmen Fransız gençlerini anlatır. Baby boomer jenerasyonunun bittiği ve X kuşağının başladığı yıldır batı Avrupa için. Türkiye 1970lerde politize olduğu için bize de uygun bir terim gibi ve kullanılıyor.

Kendi adıma konuşuyorum, X kuşağının çoğu özelliğini taşıdım/taşıyorum, bence Z kuşağı bizim karakterimizin uzantısı. Z kuşağının çoğunu biz yetiştirdik ve doğal olarak da bizim karakterimizi taşıyor.

Yeni neslin hayatını çok kolay görenlerden değilim. Yeni neslin hayatı bence daha zor. Apartmanda yaşıyor ve en kötüsü de toplum, doğa, ülke, vs ile kopuk. Bu çocukları biz böyle yetiştiriyoruz.

Okumazsınız diye bu kadar yeter :harika::uyku:
 
Bu kuşak gruplamasına göre ben 1949'lu olarak sanırım V kuşağında olmam gerekir. Bize politik geçmişimize bakarak 68 kuşağı da denir aslında. Neyse, yani XYZ değiliz sonuçta. X'in doğrudan anababasıyız
Olayı bisiklete getirirsek, 1950'lerde ilkokulda anne babamızın 28 jant bisikletine ayakta binmekle işe başladık. O zamanlar market bisikleti yoktu. Önden pedallı bebek bisikletinden sonra 24 v e 26 jant bisikletler olurdu çocuklar ve gençler için, ama onlar da çok pahalıydı. Annebabalar ancak ortaokul bitirme hediyesi olarak düşünürlerdi çocuklarına böyle bir bisiklet hediye etmeyi. Öyle oyuncak alır gibi karne hediyesi falan olmazdı bisiklet.
Evet bisiklet çocuklar için erişilmesi zor bir şeydi ama 1950'lerin İzmit'inde işe gidip gelmeler hep bisikletle olurdu. Şehrin öbür ucunda oturan işçiler de SEKA'daki işlerine 28 jant sağlam demir kadrolu, kimi üstte çift borulu bisikletleri (bugün hizmet bisikleti deniyor, postacılara ithafen) ile gidip gelirlerdi. Fabrikanın cümle ve diğer kapılarında çift sıralı bisiklet askıları vardı.
O demir bisikletler de çok az bakım gerektirirdi. Şehirde hatırladığım kadarıyla 2 bisiklet tamircisi vardı o kadar. Vitessiz, "çubuk frenli" geniş çelik jantlı, sert lastikli bisikletler fazla da bakım istemezdi zaten. Ben ilkokulda "Çok Delikli Bisiklet" anahtarı, bir tane düz tornavida, bir pense ve bir çekiçle bisikletin her yerini söküp takardım. Zamanı geldiğinde lacivert olan boyasını biraz zımparalayıp, elimde fırça, sentetik metal boyası ile siyaha boyar, birkaç yıl sonra o renkten sıkılınca tekrar zımparalar siyah yapardım. Ne güzel de parlardı o boyalar ilk sürüldüklerinde... Bu arada bisikletimin de annemin lisede kullandığı 28 jant kız bisikleti olduğunu belirteyim.
Pejo bisikletlerin gelmesiyle birden 26 jant bisikletler gün ışığına çıktı. Ne muhteşem şeydi onlar... Üç vites, tel fren ve tıkır tıkır işleyen bir bisiklet. Lastikler dolma lastikti. İçi dolu olduğu için değil, kalın oldukları için öyle derdik. Bugünün 1,75 ebadına falan denk gelirdi aşağı yukarı. Bu pejolar tam bir hava atma aleti olmuştu var olabildikleri mahallelerde. Hele pejo sahibi kızlara yanaşmak yürek isterdi. Fabrika lojmanlar mahallemizde vals yaparcasına sürerlerdi bisikletlerini. Güneş batarken onları yanan ön farlari ve arka ışıkları ile seyrederken acaba sürücülerine mi yoksa bisikletlerine mi "meftun" bakardım bilemiyorum.
Sonra abime ingiliz malı ICM Record diye bir bisiklet aldılar, ortaokulu birincilikle bitirdiği için. Göbekten 3 vitesli ve göbekten dinamolu. O zamanlar tabiki dağ bisikleti diye bir şey yoktu. Bebe bisikletleri dışında 3 tür bisiklet vardı artık. 1. Ulaşım-Hizmet bisikletleri, 2. Yarış bisikletleri, 3. Gençler gezsin dolaşsın diye 26 veya 24 jant bisikletler.
Bir gün arkadaşlar koşarak gelip, olum gelsene bi abi gelmiş acaip bisikleti var diye. Koştum tabi ben de. Biskletin selesi neredeyse omzuma geliyor, acaip bir şey. Seleye dokundum tahta gibi, ama ince uzun, olağanüstü zarif. Gıpta ile baktığımız 26 jant pejolardan farklı olarak sadece arkada değil ön dişlide de vites var. İki tane kocaman dişli takmışlar. Gidon aşağı doğru kıvrılyor ve seleye göre çok aşağıda. O zamana kadar bu tür bisiklteleri gazetelerdeki yarış haberlerinde görüyorduk, uzaktan çekilmiş resimlerde. Ama sahicisine dokunmak apayrı bir duyguydu. Bisikletin sahibinin yarışçı olduğunu söylemişlerdi, ama bisikletten o kadar etkilenmiştim ki, kim olduğu hiç aklımda kalmamış. Her durumda Rıfat Çalışkan değildi, yoksa idolümdü o.
O zamanlar bisiklet yarışları bugün olduğundan daha fazla ilgi çekerdi. Gazetelerde turlu yarışlar gün be gün yer alırdı. Marmara ve Konya bölgeleri iyiydi, sonra Ankara, Kayseri falan da devreye girdi. Yarışçılar da tanınırdı. Kimse koca koca adamlar çocuklar gibi bisiklete biniyor demezdi. Yolda, senin ne işin var burada diye aklınca azarlayan da olmazdı. İzmit'ten Derince'ye (şimdi Körfez), Gölcük'e pedallardım bazen tek başıma. Yanıma pompamı, delikli bisiklet anahtarımı, siliksiyon (solüsyona öyle derdik) tüpümü ve yama lastiğimi almayı ihmal etmezdim. Delikli anahtar zaten lastik için levye olarak da işe yarardı. Beraber olduğumuzda abim göbekten 3 vitesli ile keyifle pedallarken ben arkasında 28 jantlık külçe ile ahlaya puflaya yetişmeye çalışırdım.
Sonra bir ara İstanbul'a taşındık. Taksim-Elmadağ da oturuyoruz. Maçka ve Dolmabahçe yokuşları benim için tam bir meydan okumaydı. Hele Sarıyer'den dönüşte o bitmez Hacıosman Bayırı. Zordu ama keyif verirdi... Ben 45 kilo, bisikletim 18 kilo, vitessiz ve çubuk frenleri ile. İstanbul'da o tarihlerde en büyük dert ehliyet ve plaka idi. Plakasız bisikletleri belediye zabıtası işportacı tezgahını topladıkları kamyonetlerin kasasına atıp götürülerdi. Benim 1938 tarihli Miele bisikletime ruhsat ve plaka alabilmem faturası olmadığı için mümkün gözükmüyordu. Ama bizim gibi ülklerde terslikler yaratılır ve çözümleri de ardından gelir. Beyazıt'taki bit pazarının yolunu tutarsınız, gazocağı, demir parmaklık satan bir dükkandan bisikletin 2. el satış faturasını alırsınız, iş hallolur. Sonra da Karaköy'deki Emniyet Müdürlüğüne gider plaka çıkarttırır, ehliyet sınavı için gün alırsınız. Yıl 1962, yaşım daha 13, ehliyet sınavına girer, gösterilen trafik levhalarının ne olduğunu sözlü sınavda söyler, aferin alıp bisiklet ehliyete hak kazanırsınız. Okul karnesinden sonra ilk kazandığım resmi belge olmuştur o ehliyetim. Sonrası kim tutar beni. İstanbul kazan ben kepçe...
Abim Avusturya'ya burslu üniversite okumaya gidince onun bisikleti de bana kaldı. Ama evci yatılı olduğum için ancak tatillerde ve hafta sonları bisiklet kullanabiliyordum. Ben de liseden mezun olduktan sonra Ankara'da okumaya başladım ve bisiklet safahatim artık bitti. Taa ki, 1998'de oğlumla deraber dağ bisikletleri edinip yeniden başlayana kadar. O zaman aldığım Bisan MontBlanc bisikletim hala faal durumda ve yatak odamda duvardaki rafta takılı. Defterin 1998 de açtığım ikinci cildini şu anda hala devam ettiriyorum. Bu arada abimi kaybedince onun Specialized Stumpjumper bisikleti de bana kaldı. Şu anda MTB olarak onu kullanıyorum, harika bir bisiklet.
Bu arada bisiklet tarihine bir katkı olarak, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim annemin bisikletinin markası Miele idi, belirteyim. Daha sonra beyaz eşya üreticisi olan Alman firması.
Yağmurlu bir Datça gününde bu biyografik bisiklet tarihimle umarım sizleri pek sıkmamışımdır.
Keyifli Pedallamar... Hep Pedalda Kalın!
Tarihsel olarak yanlışlarım veya eksiklerim olduysa tamamlayın lütfen.
Hocam siz Ankara'da yaşarken Ankara şöyle bi yerdi(70'ler). Sizin devirlerle şuan ki zamanlar karşılaştırılamaz. 97 doğumlu yeni nesil olarak bu dünyanın bence en altın devrini dedemlerin de dahil olduğu sizin nesil yaşadı (60 lar vs.) Hem sağlık imkanları yeterince gelişmiş, geçim çok daha kolay, doğa hala bakirliğini koruyor, gıda kalitesi bu güne göre çok daha yüksek. 60 larda tekne veya bisikletle dünya turu yapmak isterdim.

Edit: Bunun dışında 60 larda bisiklete binen yetişkinler çok normal karşılanırdı demişsiniz. 60 larda İstanbul'da hala at arabası kullanılıyordu. Babanemin dediğine göre
lkl.jpeg


Bi de 60 lar İstanbul filmi koyalım alta. Neredeyse Osmanlı İstanbul'u diye anlatılan hikayelerle birebir aynı İstanbul

 
Geri