@cumali55 Son 16-17 yıldır sorduğum soruyu sormuşsunuz. Bu soru, insanın bunalımlı bir dönemine rast geleceği gibi, tam tersi dolu dolu yaşadığı, 'bir şeyleri tam da çözüyor gibi' olduğu durumlarda da ortaya çıkmakta. Yaşamın anlamlılığı üzerine birçok iknâ edici yanıt olabileceği gibi, intihar fikrine götürebilecek kadar, tersi de mümkün. İnsan, bir taraftan kuşlarla, aşklarla, malla mülkle sanki hiç 'göçmeyecekmiş' gibi yaşarken, bir yandan da çevresindeki insanların yitimlerine şâhit olmakta. Peki bu halde, yaşamın anlamı ne ola ki!? Yâni bugün varsak, yarın da olamayacaksak, neden varız?
Daha nice soruları 16-17 yıldır sorarım kendime. Peki cevap bulabildim mi? Bunun hiçbir önemi yok. Başlı başına sorunun kendisi kıymetli. Bu soru, insanın kendisini 'daha insan' kılmasına vesile olabilecek bir soru. "E o zaman neden dünyâ bu kokuşmuş halde" diye sorarsanız, her insan bu soruyu sorar, sonra unutur gider, bunun üzerine düşünülmez, odaklanılmaz, sonra da "klişe" der bir köşeye atalır; kişi ister taşa-toprağa ateşböceğine, ister bir yaratıcı güce inansın, veyâ hiçbir şeye inanmasın, unutulur da gider soru. İnsan zihni sakattır, çıkarımları sağlam değildir.
Örneğin, herhangi bir dine inanan kişi, "O'na kulluk edelim diye yaratıldım." der ve bu kişi için artık o soru târihe gömülmüştür. Kendisine sorarsınız "bu dünyâ neden var, benim amacım nedir?" diye, size tek bir cevap verecektir: "O' na kulluk edelim diye..." Cevap mâdem bu kadar açıktır, neden hâlâ bu cevâbı veren ülkelerin gidişatları pek karanlıktır? Çünkü dediğim gibi, soru 'öylesine' sorulmuş, bir dine inanan nazarından bakarsak, cevap da öylece kendisine sunulmuştur. Oysa üzerinde düşünülmemiş, eylemlerle de ince ince işlenmemiş her şey uzaktır insana. İşte: "Kulluk etmek için..." Kul nedir, yaradan nedir, kulluk nedir gibi sualler sorulmaz. Eğer sorulsaydı, hayat, insan için zorunlu bir ödev hâline gelir, her kişi üzerinde büyük bir baskı hisseder, titizce yaşardı. Dünyâ nüfusunun çok çok büyük çoğunluğu bir inanca sâhipken, böyle incelikli bir yaşantıdan söz edemiyoruz. İnsan için mümkün olmayan bir durum çünkü. Eğer üstesinden gelinebilseydi, "kıyâmet günü" inanışının yerine yeryüzünün ilerideki bir dönemde cennet olacağı inancının var olması gerekirdi. Demek ki, bir dine inanan için, insan, hiçbir zaman verilen o görevi yerine getiremeyecek, bu dünyâyı eninde sonunda yıkıma götürecek, Yaradan' ın sözü üzere, öte dünyâ hayâtı başlayacaktır.
Herhangi bir dine veya inanca mensup olmayan kişi için "nereden geldik nereye gidiyoruz" cümlesi daha fazla soru işâreti içeriyor gibi. Düşünsenize bir yaratıcı güce inanmıyorsunuz, bu halde O' na geri de dönemezsiniz. Peki beden denilen posa çürüyüp gittiğinde ne olacağız, öte dünyâ da yok. Eyvah! diyen var mı aramızda
Bir bakıma, inancın çıkış noktalarından birisi de budur: İnsanın âciz bir durumda olması. Öyle güçsüzüz ki, ince bir meltem sarsan tüm bedenimizi. Sığınacak bir liman, sırtımızı yaslayacağımız bir gövde ararız. Eh, din, imdâdımıza yetişiverir. Bununla birlikte, herhangi bir şeye inanmayan kişiye geri döneyim. Aslında bu kişi, biraz daha özgürdür. Nasılsa beden çürüyünce hiçlik denizine karışacak, zihin denilen yok olacağına göre, bu durumun bilincinde de olamayacaktır. Bildiğimiz, sıfırlanmıştır, yoktur. Hattâ sıfır bile değildir artık. Özgürlüğü de tam da buradan gelir. Canı çok sıkıldığında dünyâ hayâtından çıkıp da çekip gidecektir, bir sorumluluğu yoktur. Oh, bu ne rahatlıktır böyle, bak işte tüm acılar bitti
Eğer kişi piskopat ise, bu özgürlüğün ucunu şuraya kadar götürecektir: "Ulan nasılsa ölünce her şey bitecek, keyfimin istediği her şeyi yapmakta da özgürüm. Dünyâya bir kere gelmişim, ne yâni bir daha mı geleceğim?"
Ama bana kalırsa, bu soruları soran kişi bu derece bencil, gaddar olamaz, olmamalı.
Neyse çok uzattım, daha da uzatırım da keseyim bir noktada. Yukarıda bir arkadaşımız insanın içgüdülerinden bahsetmiş, hayatta kalma, üreme, neslini devâm ettirme gibi... Bunlar doğru elbette. Bahsettiğim, "ben neyim, yol' um, amacım nedir..." gibi sorduğumuz soruların kıymeti de buradan geliyor işte. Kişi, içgüdülerinden ne derece kurtulur ise, o oranda gerçek anlamda özgürleşir, kendi varlığını bilinçli kılar. Bu durumda bir yaratıcıya kulluk derecesi ile bağlı olan kişi ödevini yerine getiriyor olduğu gibi, hiçbir şeye inanmayan kişi de aynı şekilde yaşamı farklı açılarla gözlemleme yeteneğine sâhip olmakla bir tevâzu durumuyla ego'larından, bencilliğinden sıyrılır (ve aslında bu kişinin de inanmadığı yaratıcı tarafından mükâfatlandırılacağını -nâcizâne- düşünüyorum).
Kısacası (kısası mı kaldı ha
) sorduğumuz soru zihnen gelişmemize olanak sağlamaya hizmet etmeli. Yoksa otur boş boş düşün, olacak şey değil ve bu aslında düşünmek bile değil. Düşünce, sistemli yapılan bir eylemdir, bir sistem gerektirir ve kapılarını bir sonuca aralar. Bizimkisi ise çoğunlukla hayâller kurmaktır. Tıpkı, sevdiğimiz kişiye "dün tüm gece seni düşündüm." demek gibi. Gerçek düşünme, yeni değilse de, bir yol açmalı.
Hızlıca, çalakalem yazdım, yazdıklarımda anlam bütünlüğü oldu mu bilemiyorum, okuyanlara teşekkür ederim, bu konularda 'genel'de olmasa da yazışabiliriz.
@cumali55 Şunu da eklemek isterim: Yaşamımız çoğunlukla alışkanlık üzerine kurulmuştur. Her şeyi bir alışkanlıkla yaparız. Evliliklerimizden çocuk yapmamıza, sorularımızdan yanıtlarımıza kadar. İşte, sorduğunuz sorunun kıymeti buradan geliyor: Kişiye bir bilinç kazandırmak. Yaşıyor olduğunun bilincini. Ama tabii, yukarıda yazdığım gibi, düşünme, sistemli bir şekilde olacaksa, hayâl kurmaktan öteye geçecekse.