@moennig
Anadoluyu dallarından kasa kasa avokado toplanan ağaçlarla çevrili akdenizle değerlendirmemek gerekir.
Anadolu fakirdir, bakımsızdır.
Geçen yıl erciyes gran fondo'ya giderken kayseri-aksaray bölgesinin verimsizliği karşısında şok olan arkadaşlar vardı. Bir hafta sonra daha geniş bir grupla yine aynı yer üzerinden mersin'e de gittik. Ömründe iç kesimlere dair sadece ankara'yı 1-2 kez görmüş insanlar tabi ki gerçek hayatı görünce kabullenemediler, işi de dalgaya vurdular.
Bizim oradan geçişimizden tam 100 yıl önce şevket süreyya aydemir, dünya savaşı'nda doğu cephesine asteğmen olarak giderken aynı yeri yürür. Ulukışla'dan erzincan civarına varan yürüyüş sırasında, anadolu'nun kendilerine anlatılan hikayelerdeki gibi bereket içinde olmadığını hayretler içerisinde görür. Bu bölümü anılarından veriyorum, çünkü tam 100 yıl sonrasında oradan 2 geçişimde de oraları ilk defa görenlerin yaşadıkları hala aynıydı (ben daha önce orada 1, iç anadoluda toplam 9 yıl kaldığım için az çok biliyorum neyle karşılaştığımı). Anadolu hayatını idame ettirecek optimum şekilde yaşamanın derdinde. Burada suçladıkları gibi hayvanını da beslerler, sütünü yününü derisini de kullanırlar. Yeri gelir avlar yerler. Domuzuna karşı sürek avı yaparlar. Et yiyemedikleri zaman nedeni az çok bellidir, yoksulluk.
demek ki anadolu buydu. anadolu gerçeğinin artık karşısında ve içinde bulunuyorduk. fakat ne var ki, gördüğüm anadolu, benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarından haykırdığımız anadolu’ya hiç benzemiyordu. çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan anadolu herhalde burası olmasa gerekti. burası, dünya kabuğunun, çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu.
köy denilen şey, bozkırın boşluklarından kaybolmuş birtakım kovuklardı. ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübelerinin önlerinde kımıldaşan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibiydi.
orta anadolu yaylası aşılıp da güneyde toroslar göründüğü zaman, tren, yolcularının birkısmını ulukışla istasyonunda boşalttı. 0 zaman doğuda kafkas cephesinin yolu güneyde ulukışla'dan geçerdi. arap cephelerine gidecek olanlar güneye doğru yollarına devam ettiler.
ben trenden inip anadolu toprağına ilk ayağımı basınca, etrafıma uzun uzun bakındım. burası, birkaç toprak kulübesi olan kıraç, tozlu, kasvetli bir yerdi. fakat, kayseri'yi sivas'ı aşıp, erzincan, erzurum ilerisine, rus, acem sınırlarına varan yollar buradan başlıyordu. bozuk düzen birtakım izlerden ibaret bu yolların uzandığı istikametlerde ne bir karış demiryolu, ne de motorlu bir vasıta vardı.
uzun ve sonu belirsiz yolların artık başında bulunuyordum. içimde önce, hayal kırıklığına benzeyen duygular canlandı. kendimi yalnız, terkedilmiş hissediyordum.
bir toprak damın köşesine yerleştirdiği tahta masasının başında çalışan menzil kumandanının emrinde, yeni gelen subay namzetlerini, ne barındıracak yer ne de onları daha ileri menzillere sevk edecek vasıta vardı. bunun üzerine kafile daha o gün parçalandı. üçer beşer kişilik grupların kimisi akşam serinliği yollara döküldü. yürünecek yol belki de bin kilometre kadardı.
ben de iki arkadaşımla beraber yola düzüldüm. dizlerimizin takati kesilince ilk geceyi, kırların sessizliği içinde yarı uyur yarı uyanık geçirdik. sabahleyin güneşin görünmesiyle sıcağın çökmesi bir oldu.
ulukışla ile kayseri arası, o zaman bizim gibi yaya yolcular için bir haftalık yoldu. bu yolda hep çıplak sırtlar, yahut tuzlu bozkırlar halindedir. erciyes dağı görününce de bataklıklar başlar. etraflarında birkaç bakımsız zerdali bahçesi ve birkaç kısır bağ bulunan kasabacıklar sahrada kaybolmuş vahalar gibidirler.
tuzlu bozkırlar, ufukları çıplak dağlarla çevrilen büyük düzlüklerdir ki, yer yer tuzlu topraklar, uzaktan güneşin altında gümüş göller gibi parlarlar. insan bu tuzlu bozkırların birini aştım zannederken diğerine geçer. buralarda ufuk, yolcuya, hiçbir zaman varılamayacakmış gibi sonsuz ve yeis verici görünür.
buraları eski ve artık kurumuş denizlerin dibidir. stepin ortasında yahut ufkun altında görünen karaltı, toprak bir han damıdır ki, içine girmeseniz bile, merdivenle inilen kuyusunda bir yudum acı su olsun bulabilmek için oraya varmanız lazımdır. dudaklarınız çatlamıştır. dizleriniz kesilmiştir. rüzgarların savurduğu tuzlu zerreler terinize karışarak vücudunuza gittikçe cıvıklaşan bir yapışkanlıkla sarar. yanıkları, karşıntılar başlar. toprak damın karaltısı ise biz yaklaştıkça uzaklaşır. fakat acı da olsa, aradığımız su oradadır. oraya ulaşmalısınız. yükünüzü gittikçe hafifletirsiniz. çantanızı, kitaplarınızı atarsınız. teriniz ise hala pıhtılaşır…
istanbul’da, daha birkaç gün önce bulunduğumuz yakacık’ın, maltepe’nin, soğanlı köyünün göğe varan çınarlarının gölgesinde, oluklarından dereler gibi sular taşan çeşmeleri hayalinizde canlanır. şimdi size bu hayalinizde canlanan şeylerle aranızda sanki yıllar varmış gibi gelir. diz çökmek, hayalinizin serin gölgesine uzanmak, hatta ölmek istersiniz. fakat dayanışınızı kaybetmemek lazımdır. içinizde dayanaklar, izahlar ararsınız. allah duygusu, vatan duygusu, cihad yolunda ayağına bir tek toz yapışan müslümana vaadolunan cennetler, varacağınız cephede sizi bekleyen zaferler, gazilik, şehitlik mertebeleri levha levha ruhunuzda canlanır. hatta bu teselliler de yetmezse:
- bu yollarda biz bir borcu ödüyoruz, dersiniz. yüzyıllardan beri soyulan, sömürülen, yüzyıllar boyunca yalnız mal, yalnız can vergisi için aranan şu bitmiş, şu bilinmeyen anadolu’ya karşı, çeşmeleri gürül gürül akan istanbul’un işlediği günahların borcunu ödüyoruz.
bu düşünce size, hatta bürün dayanaklardan daha kuvvetli görünür. başınızı eğer ve artık yürümekten ziyade, sürünürsünüz. gün sona erer, güneş arkanızda alçalır, tuzlu çöle vahşi bir sessizlik siner. nihayet çölün tenhalığında, uzaktan bütün ümidinizi bağladığınız toprak dama varırsınız. fakat görürsünüz ki, toprak dam çökmüş, kuyunun suları ise çekilmiş, kurumuştur…
bu kırlarda daha birkaç gün yol alınca, artık orta anadolu ile haşır neşir olmuş, toprağını, çalısını, hayvanını, adamını, köyünü, damını bir parça tanımış olursunuz. her şey size bilmediğiniz, duymadığınız bir kıtayı keşfediyormuşsunuz duygusunu verir: şu bilinmeyen anadolu’yu…
köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında yaşarlar. jeolojik devirlerin biriktirdiği eski yanardağ küllerini, tarihöncesi kazmaların eşi olan aletlerle delebilen insan, bir tepenin altında kendisine dam, oda, ahır, samanlık kovukları oymuştur. bu kovukların içinde ağır, fakat daima serin bir hava bulursunuz. testiler, küpler, kilimler, kaplar için duvarın içerisinde ayrı ayrı yerler oyulmuştur. tepenin altını dolduran bu yer altı evlerinin, bu mağara konutlarının bazen birinden diğerine geçilir. havaya açılan deliklerden içeriye loş bir ışık sızan bu yeraltı dehlizlerinde, tarihöncesi devirlerin mağara adamı gibi dolaşırsınız.
- acaba hangi devirde, nerede yaşıyorum?
dersiniz. her şey sizden ayrı, her şey size yabancıdır. bu alem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. başka bir çağdan arta kalmıştır. toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde öküzler, inekler, eşekler, ancak keçi kadardırlar. dağda adına ekin denilen şey, ancak hasırlı ellerle yolunabilen, sıska, dağınık bir şeydir. “insanlarla hayvanlar bu kavruk bitkiden nasiplerini nasıl çıkarırlar?” diye düşünürsünüz. tıpkı karataşlar gibi kavruk, tıpkı karataşlar gibi yüzyılların soğuğunda, sıcağında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti tamamen unutmuş mihnetli bir insan varlığı sizde acı düşünceler uyandırır.
yerde bir toprak sedirin üstüne çöktüğünüz zaman, bu insanlar, size yanık bir toprak kap içinde ekşi ayranlarını sunarlarken nazik görünmek isterler. çocuklar, kadınlar, erkekler etrafımızı alırlar. onlara baktığınız zaman, henüz yenice olan elbisenizden, henüz parçalanmamış ayakkabılarınızdan, hatta yüzünüzün taze, sıhhatli renginden utanırsınız.
gençleri ise, işte bu hayatı korumak ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir. bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri memleketlerin isimlerini bile beceremezler:
- hasan kalıça’daymış (galiçya). mehmet arap içine gitti! derler.
- neresi bu arap içi?
- bilmeyik ki? aha buradan iki aylık yolmuş!...
fakat jandarma, zaman zaman bu mağaralar alemine uğrar. ya kalıça’ya, ya da arap içine yeni yeni askerler çağırır. yahut köye, koynunda buruşmuş birtakım sarı kağıtlar bırakır. bunlar, gidenlerden geri dönmeyecek olanların haberidir. herkes bu sarı kağıtlarda adı çıkanların kovuklarına üşüşür. buralarda ağlamak bile, ürkek, tıkanık, doyurmayan, içi boşaltmayan bir şeydir.
yalnız kalınca toprak sedirin üzerine uzanırsınız. sırtınızda bir mezar serinliğinin ürpertileri dolaşırç yaşarken gömüldüğünüz bu mezar içinde bir şey düşünmeye çalışırsınız:
- peki ama, dersiniz; biz bin yıl önce girdiğimiz şu anadolu topraklarına ne verdik?
selçuklular, anadolu beylikleri ,son imparatorluk hayalinizde canlanır. basra körfezi’nden viyana’ya, habeşistan’dan hazer denizi’ne kadar uzanan sahada geçen ve sizi bütün çocukluk hayallerinizle o kadar sarhoş eden şeyler, fetihler, istilalar, şanlar, alaylar; sarayların vezirlerin hikayeleri gök yakuttan taçlar, köprüler, medreseler, camiler?...
- peki ama bu yayla ki imparatorluğun, hem temeli, hem mihberiydi. bütün yollar bu yaylada toplanır, bu yayladan dağılırdı. burası kan ve can hazinesiydi. buraya ne bıraktık? birkaç yıkık kümbet, birkaç harap kervansaray, birkaç kale kalıntısı?
bir büyük masal ki, sonu hiçlikle biter…
uyumaya çalışırsınız. uyumak ve unutmak? bazen uyku ve unutuş, ne kadar kurtarıcıdır. önümüzde ise aşılacak daha nice uzun yollar var…
kayseri’deki menzil kumandanı duygulu bir adamdı. bize yol için vasıta arıyordu.
- sizi araba kolu ile göndereceğim,
dedi. fakat bu kol bir türlü görünmedi. sonra ümitler deve koluna, hatta gelen geçen askeri birlik döküntülerinin cılız mekkare hayvanlarına bağlandı. fakat onlar da olmadı. nihayet menzil kumandanı bir gün pazar yerine küçük bir baskın yaptırdı. ele geçen eşeklerden üçer beşer kişilik gruplara eşyaların yüklenmesi için birer tane dağıtıldı. bize verilen eşeğin ne semeri, ne yuları vardı. sırtı da cılk yaraydı.
sahibi, bitkin bir ihtiyardı. eşeğinin başında bir türlü ayrılmıyordu. bütün varlığı elinden alınan ve onu kurtarmak için her şeyi göze alan bir insanın inadıyle peşimizde koşuyor, hanın, kahvenin kapısında geceliyordu.
sonra bir akşam, hava kararınca, menzil kumandanından gizli, onu yanımıza katıp, eşeğini de şehir kenarında kendisine teslim edince, önce buna inanamadı. sonra işin ciddi olduğunu anlayınca da söyleyecek söz bulamadı. elimizi öpmek mi, ayağımıza kapanmak mı, yoksa boynumuza sarılmak mı lazım geldiğini tayin edemiyordu. bazen gülüyor, gene birden ağlamaklı oluyordu. sonra dua etmek aklına geldi. fakat bu sefer de ağlamak sırası galiba bize geliyordu. onu yaralı eşeğiyle şehrin kenarından, gecenin bağrına dalan tozlu yollara adeta zorla iteledik.
yerimize dönerken, biz de aramızda konuşacak söz bulamıyorduk. biz üç arkadaş, üçümüz de fakir çocuklarıydık. bizim de babalarımız böyle ihtiyar toprak adamlarıydılar. beylerin yanında bağ, bahçe işleri veya şurada burada ırgatlıkla geçinirlerdi. faka tbizde toprak, hiçbir zaman bu kadar sefil değildi. bizde sefalet, bütün varlığı bir uyuz eşekten ibaret olan bu bitmiş ihtiyarın yoksulluğuyla kıyaslanacak kadar derin olmamıştı.
suyu arayan adam, şevket süreyya aydemir sf. 62-67
Düzeltme: sözlükteki yazılarımdan aldığım şeyleri telefonda zor temizliyorum, özür dilerim arada kaynayan bazı sözler için. Gözden geçirip düzeltiyorum.